Floja Feodora Slytherin VI. Sınıf
Mesaj Sayısı : 857 Kan Durumu : Safkan Rp Partneri : SQ Özel Yetenek : Veela. Yaş : 28
| Konu: Floja Salı Şub. 07, 2012 2:59 pm | |
| Ad ve Soyad: Floja Feodora Kişisel Özellikleri: Dışarıdan soğuk birisi gibi görünür ama tanıdıklarına karşı sıcakkanlı ve canayakındır.Komik birşey olduğunda sürekli güler ve etrafındakileride güldürmeyi başarır.Safkan olmayanlardan haz etmez.Genellikle karanlık taraftakiler iyi ilişkiler kurabilir.Slytherin dışında pek arkadaşı yoktur.Unutkan,sakar ve biraz utangaçtır.Yeri gelince en son söylenicek sözü ilk olarak söyler.Bazen kalp kırar. Sadece ikizi Freja'dan özür diler. Çok açık sözlüdür.Karşısındakinin hatalarını ya da acizliğini görüp yüzüne vurur.Bundan da hiç pişman olmaz. Kavga etmekten kaçınmaz.Eğer kavgayı kardeşi ve yakın arkadaşı başlatmışsa buna ortak olur.Disipline gitse bile kendini haklı çıkaracak yalanlar söyler karşısındakinin acizliklerini onun zayıf yanlarını sınırları zorlayarak öne sürer ve kullanır. Yılışıklardan,yağ çekenlerden ve yavşayanlardan nefret eder.Öylelerini görünce gözlerini devirmek zorunda kalır ve onlar yokmuş gibi davranır.Herşeyi pek önemsemez.Çabuk çabuk alınmaz,darılmaz.Sinirlenince gözü hiçbirşey görmez. Karanlık tarafını çok sever. İnsanlarla dalga geçmeyi, onları parmağında oynatmayı, onların en aciz noktalarına basmayı çok sever. İkizi ile kendi çıkarları için yapamayacağı şey yoktur. Bencildir. Ama bundan yakınmaz.Yeter ki siz damarına basmayın..
RP Örneği:- Spoiler:
Karanlık sokakta başı boş yürürken buldum kendimi.Sadece topuk tıkırtılarımı duyuyordu kulaklarım. Ne zaman Paris’e gelsem, bu sokakları arşınlardım. O anlar genellikle yalnız ve kimsesiz olduğum anlardı. Soğuk rüzgarlar sarıp sarmalardı bedenimi. Onlarla ısınırdım en soğuk akşamlarda bile. Hep yalnız değildim aslında, ikizim vardı benim. Sonra okulda takılacağım birkaç kişi bile vardı. Ama içimde nedenini bilmediğim bir boşluk, uçsuz bucaksız uçurumlar vardı. O boşluk nasıl kapanırdı hiç bilmiyordum… Kendimi yalnız, terk edilmiş hissettiğimde yada en mutlu olduğum anda sığınacağım tek bir limanım vardı. Orası şehrin parlak ışıklarına tepeden bakan, her köşeyi görmemi sağlayan bir yerdi. Eiffel Kulesi... Saklandığım tek yerdi orası. Sığınağım, tahtım, kalemdi.
Adımlarımı yavaşlatarak bir sonraki sokaktan sola doğru döndüm. Köşeyi döner dönmez ise adımlarımı hızlandırarak sahanlığa ulaştım. İnsanlar kafelere oturmuş, hayatta hiç işleri güçleri yokmuş gibi gülüp eğleniyorlardı. Bu kadar hayat sorununun içinde ne zaman gülmeye fırsat bulabiliyorlardı? Ben hayatımda kaç kez gülmüştüm peki? Yada beni güldürecek birini bulabilmiş miydim? Dudaklarımdaki sinsice gülüş, sadece intikam için miydi? Aklımda tilki gibi dolanan onca soruyu zihnimin en karanlık, en ücra köşelerine ittim. Şimdi ihtiyacım olan şey sorular değil sessiz bir yerdi. Kendim gibi davranabileceğim. Topuk seslerimin etraftaki binlerce çıkan ses arasında kaybolmasına sevinmiştim. Etraftaki görüntüler farklıydı. Farklı fotoğraf çekme tarzları olan Japonlar yine popolarını dışarıya çıkartarak ve çömelerek fotoğraf çekiyorlardı. Onca icadı, yeniliği bulan bir milletin şu fotoğraf çekme tarzlarına bir çözüm bulamamaları şaşırtıcıydı. Gözlerimi devirerek geçtim gittim yanlarından. Ayaklarım durduğunda, asansörden adım adım yukarı çıkıyorduk. Sağımda solumda farklı diller konuşan insanlar, hiç durmadan çene çalıyorlardı. Bir insan bu kadar konuşacak konuyu nereden bulurdu hiç anlamazdım. Boş boş konuşmak yerine, yeri geldiğince konuşmak daha mantıklıydı bence. Asansör sonunda durup kapısı açıldığında ok gibi fırladım. Arkamdakilerin şaşkın bakışlarını sırtımda hisseder gibi oldum. Paris’in manzarasına bile bakamadan, arka tarafta kalan demir merdivenlerin önüne geldiğimde ayakkabılarımı çıkarıp elime aldım. Aslında bu kuru gürültüde kimse benim topuk seslerimi duymazdı ama yinede bir tedbir şarttı. Merdivenleri hızla çıktıktan sonra şehrin tamamını ayaklarımın altına aldığım tarafa geçmiş ve bağdaş kurarak yere oturmuştum. Şehrin manzarasını, ücra köşelerdeki yanıp sönen ışıkları izlerken aklıma buraya geldiğim ilk sefer geldi. Beni buraya ilk olarak babam getirmişti. Minicik elimden tutmuş, kulenin trabzanlarından aşağıyı bakmama fırsat vermişti. Sonra da her gidiş gelişimde bir gün burayı keşfetmiştim. Burayı keşfettiğimde yine akşam vaktiydi. Yine ruhum, bedenim hiçbir acıyı hissetmiyordu. Duygu yok olmuştu. Kendi kendimi dinliyordum yine… Düşüncelerimden bir erkek sesiyle geri döndüm. Sesin nereden geldiğini anlamam pek uzun sürmedi. Sığınağımda biri mi vardı? Kim bilir buraya günde kaç kişi kaçak olarak çıkıyordu ama ben varken buraya birinin gelmesini hoş karşılamamıştım. Hiçbir tepki göstermeyerek, çocuğun biraz önce söylediği sözler tekrar çınladı kulağımda. “Manzaranın güzelliği sizin yanınızda bir hiçtir hanımefendi.” Söylediklerinden ve ses tonundan kendine emin biri olduğunu anladım. Altıncı hissim ya çok kuvvetliydi, yada insanların hemen bir sözü ile ne olduğunu anlıyordum. Yavaşça yerimde doğruldum. Görebildiğim sadece yüzünün yarısıydı. Diğer yarısı karanlıkta kalmıştı. Zümrüt yeşili bir çift göz, pek fazla traş olmamış bir cilt. Yüzünün yarısı olmasa bile, yine de çekici görünüyordu. Yüzümde hafif bir tebessüm belirdi. Bu tebessümde bir gram bile gerçeklik payı yoktu ama olsun. Yavaşça konuşarak karşılık verdim. ”Bu güzel iltifatınız için teşekkür ederim beyefendi.”
Gözlerim ışıltılı şehre takıldı. Gökyüzündeki yıldızlar gibi parlıyorlardı. Herkesin derdi kendisineydi, herkes kendi derdine düşmüştü bu koca şehirde. Kulenin dibindeki insanlara baktım. Onların sorunları yok muydu? Ya da rafa mı kaldırmışlardı bütün olumsuzlukları? Gülüşüp eğleniyorlardı. Yanımdaki genç büyücünün –büyücü olduğunu biliyorum çünkü bizim binadaydı ve onu birkaç kez görmüş, pek dikkat etmemiştim. Gerçi ben kimseye dikkat etmezdim.- yüzünü ovuşturması ile parmaklarının sert sakallarını ovma sesi ile irkilip, bakışlarımı ona doğru çevirdim. Kollarını bağdaş kurmuş, tepemde dikiliyor ve beni hiç olmadığı kadar fazlaca süzüyordu. O anda, bende ona dikkatlice bakmaya başladım. Uzun boylu ve atletik bir yapısı vardı. Saçlarının şekli tam olarak belli değildi, nereye atarsa orada durup şekil almış gibiydiler. Yüz hatları çok belirgindi. Çıkık elmacık kemikleri ve delici bakışları vardı. Yüzü üçgen biçiminde ve çenesi kareydi. Dudaklarında silinip gitmeyen, her zaman orada duran çarpık bir gülümseme mevcuttu. İstemeyerekte olsa gülümsedim. Karşımdaki çocuğun gülümsemesi de biraz fazlalaşmıştı. Birbirimizi hala süzüyorduk. Gözlerinde daha önce kimsede görmediğim bir parıltı gördüm. Adeta alev alev yanıyor, beni çağırıyor gibiydi. O an, birden bir şey oldu. Gözlerinden süzülen alevler, bedenim ve ruhumla buluştu. Beni de sarıp sarmaladılar. “Gözleriniz, zümrütten daha yeşil. Teniniz bir elmastan daha parlak…” Sözlerle büyücünün gözlerinden çıkıp, tekrar gerçek hayata dönmüştüm. Söyledikleri karşısında ilk önce kısa bir şok yaşasam da, söyledikleri hoşuma gitmişti. Her nedense bitmesini değil, devam etmesini istiyordum. Birden büyücü harekete geçti ve bana doğru yaklaşıp bedenimi kendisine doğru çevirdi. Sanki ateşler içerisinde yanıyordum. Neler olduğunu anlamadan yine konuşmaya başlamıştı. “Ve dudaklarınız…” Cümlenin sonunu duymayı beklerken, aniden sıcacık dudaklarımın üzerine, çarşaf gibi kapanan dudakları oldu. Sıcak, yumuşak ve pürüzsüz… “…bir pamuktan daha yumuşak.”
Şimdi karşımdaki genç büyücü dudaklarımı dudaklarından çekmiş ve gözlerimin içine bakıyordu. Bense dudaklarım yarı açık, şaşkın bir şekilde ona bakmaya devam ediyordum. İkizim beni böyle görse, şaşkınlıktan nutku tutulurdu. İyi ki o burada değildi. Beynimden gelen ‘topla kendini seni salak!’ gibi sesler sayesinde ilk önce yarı açık olan ağzımı kapattım. Ayakta dikilmiş bana bakıyordu. Yerden güç alarak ayağa kalktım ve burnunun dibinde durdum. Nefesi yüzüme çarpıyor, nedenini bilmediğim bir ürpertiye sebep oluyordu. Düzensiz olan nefesimin düzene girmesini beklemeden karşımdaki genç adamın dudaklarına bir öpücük koyup geri çekildim. Yüzündeki ifadeyi anlayamamıştım. Birden bana doğru eğildi ve beni tekrar öpmeye başladı. İşin garibi, bu sefer bende onu öpüyordum. Ellerim ilk önce omuzlarına, sonra da saçlarına kaydı. Onun elleri ise belimde sertçe duruyordu. Dudaklarının tadına yeni varmaya başlamıştım ki, birden ne olduğunu anlamadan kendimi geri çektim. Nefes nefese kalmış bir şekildeydim. Nefes alışım biraz sonra düzene girince, kısık bir sesle konuştum. ”Ben Floja. Floja Feodora. Ve sen…
Bekliyordum. Bana cevap vermesini bekliyordum. O ise, gözlerini sokak lambalarında ve altındaki insanlarda gezdiriyordu. Kendini benden birkaç adım uzaklaştırmıştı. Demir parmaklıklara tutunup, şehri izleyen büyücünün yanına yanaştım usulca. Gözlerim büyücünün yüzünü ezberlemişti. Her çıkıntısını, her çizgisini biliyormuşçasına mavi gözlerim bembeyaz teni süzüyordu. Birden, genç büyücü arkasını döndü. Ne olduğunu ben bile anlayamamıştım. Gözleri beni arıyor gibiydi, göremediği bir şeyi arıyormuşçasına. Tekrar önüne döndü ve parmaklıklara bir yumruk bıraktı. Hala arıyormuşçasına bir his vardı içimde. Hala göremiyormuşçasına. Neden böyle davranıyordu? Hiç beklemediğim bir anda, vücudu vücudumun önüne siper oldu, alnı alnıma değerken aldığı nefesler tenimi gıdıklıyordu. Bu, hoş bir duyguydu. Kısık bir sesle fısıldamıştı bu kez ismini. ”Quentin. Quentin Spencer Rodney.” Gözlerimi dudaklarından çekip, genç büyücünün o delici gözlerine baktım. Dudaklarım minik bir gülümseme ile kıvrılmıştı. Nefesi hala yüzüme çarpıyordu. Burnuma gelen naneli ve insanı delirtecek derecede güzel kokan parfümünü ilk kez bu kadar net algılıyordum. Parfümü hem erkeksi, hem de bir şeyi inciltecekmiş gibi duru ve yumuşak… Hafifçe yutkundum. Neler diyeceğimi tam olarak bilemiyordum ama ağzımdan hiç beklemediğim ve gerisini zar zor toparladığım bir cümle çıkıvermişti. ” Parfümün, gerçekten…-Memnun oldum Quentin! Evet, şu an bana salak yada onun gibi bir çok şey söyleyebilirsiniz. İsmini söyledikten sonra, parfümünden bahsetmem gerçekten moronluktan başka bir şey değildi. Bana bakan anlamsız gözlerini gördükten sonra da iyice utanmıştım. Karanlıkta-hafif ışık ta olsa- kızardığımın görünmesini gerçekten istemiyordum. Konuyu geçiştirmek için, tekrar bir soru yönelttim karşımdaki büyücüye. ”Neden buraya geldin Quentin. Yanlış anlama sadece soruyorum. Ve, bitişik bir şekilde mi duracağız? Evet, son cümleyi neden söylemiştim? Umarım yanlış anlamazdı. Onunla öyle durmayı gerçekten sevmiştim.
Parfüm meselesi yüzünden karşımdaki genç büyücü kahkaha atınca, hafifçe yerimden sıçramış ve birazda utanmıştım. Önümde duran büyücü birkaç adım geri çekildiğinde biraz sendelemiş, ama hemen toparlanmıştım. Quentin tekrar demir parmaklıkların önüne gidip şehrin ışıklarına bakmaya başlamıştı. İçimde bir his, ona karşı kötü olmamam, ona yakın olmam gerektiğini fısıldıyordu. Nereden ya da hangi sebeplerden dolayı bu fısıltılar yankılanıyordu zihnimde bilmiyordum. Sadece geç diyordu, harekete geç! Yerimde hafifçe yaylandıktan sonra, yavaşça Quetin’in yanındaki yerimi aldım. Yanına geldiğimi hissettiğini biliyordum, çünkü aynı duyguları hissediyor olabilirdik. Zihnin ve vücudum ilk defa uyum içerinde bir dinginliğe ulaşmıştı. Temiz, boş ve berrak… Nedenini bilmiyordum, belki de Quentin yüzündendi. Olabilir miydi? Belki olabilirdi. Neden olmasındı ki? Kafamda bin parçalık bir puzzle gibi oradan oraya koşuşturan kelimeler arasında, Quentin’in kadife sesini geçte olsa duymuştum. “Bende bilmiyorum aslında. Huzur, aşk… Aşk fikrine senin caziben sayende kapıldım.” Aldığım nefes, boğazımda takılı kalmış beni boğuyordu sanki. Bir iki saniye o şekilde durduktan sonra, hafifçe öksürerek, -aslında inlemeyle karışık bir öksürük bu- nefesimi tekrar düzene koymuştum. Ne demişti? Huzur, evet burada bende huzurlu olurdum. Hem de her zaman! Ve diğer dediği kelime, aşk. Evet, aşk. Aşk, şu ana kadar beni bulmamış bir şeydi. Şu an diyorum, çünkü şu anda gerçekten aşık olmak fikri bana yabancı gelmiyordu. Hatta, yıllardır içimde, zihnimde, yanımda benimle bir olan bir kelimeydi sanki. Hiç yadırgamamıştım. Dudaklarım kıvrılınca, güldüğümü o an fark ettim. Büyücü yerinde kıpırdanıp bana doğru dönünce, otomatiğe bağlayarak bende ona doğru döndüm. Bakışlarımı, gözlerine dikmiş, ne diyeceğini merakla bekliyordum. “Peki, sen güzel cadı? Buraya gelmeye neden teşvik ettin?” Soru, beklediğimden de çabuk gelmişti. Ağzından kelimelerle beraber çıkan sıcak nefesi, yüzüme çarpıp kaçmıştı. Küçük çocukların evlerin zillerine basıp kaçtıkları gibi. Nefesinin sıcaklığı hoşuma gitmişti bir an. Sıcağı çok sevmememe rağmen… Genç büyücü önüne dönünce, bende hiç düşünmeden önüme doğru döndüm. Gözlerim Paris’in şatafatlı ışıklarından, varoş sokakların lambalarına gelip giderken, nefes alarak konuşmuştum. “Beni buraya ilk babam getirdi. Küçüktüm. Ellerimden tutup, trabzanlardan aşağıdaki şehre bakmamı sağlamış, beni bu kule ile ilk o tanıştırmıştı. O zamandan beri buraya hep gidip gelirim. Sadece gide gele merakıma yenik düşüp, bir kat yukarısını merak ettim. Sonuçta manzara aynı manzaraydı. Oysa ki bu sessiz ve boş kat, zaman geçtikte benim için çok değer kazandı. Bir sığınak, bir kale oldu benim için. Sözlerimi kestiğimde, yarım dakika ara verdim. Nefes alıp tekrar sürdürdüm konuşmamı. “Aslında sana bu kadar özelimi neden anlattım bilmiyorum Quentin. Umarım sana adınla hitap etmeme bir şey demezsin. Sadece burası kendimi yalnız ve özel hissedebileceğim tek yer-di! Ta ki sen gelene kadar! Hafifçe gülümseyerek tekrar Quentin’e doğru döndüm. Oda bana döndü. Tam konuşmaya başlayacakken, ileriden takırtılar gelmişti. Hemen elimi asama attım ve güçlü bir kolun iteklemesi ile, kendimi Quentin’in arkasında buldum. Bana sessiz olmamı söylediği zaman, boşta olan elini sıkıca kavramıştım. Korkudan değildi bu tutuş. Ona sadece onun arkasında olduğumu hissettirmesi içindi. Ama bu davranış hoşuma da gitmedi değil. Beni koruyup kollaması, gerçekten büyük centilmenlikti. Acaba centilmenlikten mi yapmıştı bunu, yoksa kendi istediği için mi? Düşüncelerimden Quentin’in ‘kim var orada’larıyla ayrıldım. Bir kaç kez daha seslendikten sonra emin olacak ki bana döndü ve nefesini tekrar tenimde hissettim. “Hiçbir zaman yalnız bırakmazlar zaten.” Büyücünün sözlerine bu sefer biraz daha sesli gülerek katıldım. İşte, tekrar karşı karşıyaydı. Bedenlerimiz tekrar yakındı birbirine. Kafamı yukarı kaldırdığımda, gözleri ile karşılaştım. Güzeldiler ve oldukça delici bakıyorlardı. Son anda aklıma gelen soruyu karşımdaki gence yönelttim. “E, şimdi ne yapacağız Quentin. Sevgili falan mı olacağız yoksa öpüşüp koklaşmaya devam mı edeceğiz. Ama ondan önce, birbirimizi daha da yakından tanıyabiliriz.” Bir an durdum, dudaklarımı büzdüm ve takrar konuştum. “Ama bence şu anda en iyi seçim bana göre öpüşüp koklaşmak.” Masum bir kedi gibi, gözlerine bakmaya devam ediyordum.
| |
|
Seçmen Şapka Seçmen Şapka
Mesaj Sayısı : 476 Kan Durumu :
| Konu: Geri: Floja Salı Şub. 07, 2012 3:11 pm | |
| Slytherin. V. sınıf. Aramıza hoş geldiniz.
| |
|