|
| | Sihir Bakanlığı Alımları. | |
|
+55Sharon Lechter Claire Trisha Bullock Vincent Vipond Aren Rista Rinuel Aqula Dominik Zmetkoska Tommy John Euryale Marquéz Slorkié Txarra Oracle Karina García Dolores Vladimir Litvinenko Richard Chancellor Jr. Ivy Litvinenko Mercedes Loreille Félix Loreille Joshua Hefner Dexter J. Mabelle G. Lúthien Quellina Jeanne Boucher Anastasia Lorién Véalidus Archer Conradin Scott Rafael Favio Florence Jourdain Christopher Vorobjov Michelle Hartley Nienna Elenasse Marishka Keane Delaney Finrod Elenasse Alberto Peppi Wulfric Eugéne Salieriant Aya Ienari Serena Woodstuck Celeste Coyle Marilou Sláine Diana Rose Freddick Mikaela Scholten Foren Alator Eduardo Valenti Adelphe Ida Rigola Jaden Ecuyér Maxim Querta Josie Diederich Nathan Depardieu Marcela de Gouges Colsefini McQuiin Veronica Deangelo Adrasteia Quiwen Zephyrine Droughin Tanja Ratnikova Josié Cynnton Andrei Ionel James Christopher Newell Desmond Fionnlaqh Bjørn Devereaux 59 posters | |
Yazar | Mesaj |
---|
Marishka Ravenclaw Hayaleti
Mesaj Sayısı : 107 Kan Durumu : Kansız. Rp Partneri : Dracula.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. C.tesi Mart 10, 2012 7:13 pm | |
| Heaven Belmore 26 Değişken Sihirli Yaratıkların Düzenlenmesi ve Denetimi Dairesi Çalışanı Karina Garcia Dolores diğer karakterimdir. | |
| | | Nienna Elenasse
Mesaj Sayısı : 283 Kan Durumu : Safkan.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. C.tesi Mart 10, 2012 7:38 pm | |
| | |
| | | Michelle Hartley Seherbaz
Mesaj Sayısı : 59 Kan Durumu : do do do
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Cuma Mart 16, 2012 7:02 pm | |
| Ad ve Soyad: Michelle Gartner Yaş: 26 Tarafı: Geçmişi karışık, tarafsız diyelim. İstenilen Rütbe: Seherbaz RP Örneği: Lucy Carrigan
| |
| | | Adelphe Ida Rigola
Mesaj Sayısı : 495 Kan Durumu : Safkan. Rp Partneri : Jaiden.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Cuma Mart 16, 2012 8:18 pm | |
| | |
| | | Christopher Vorobjov Seherbaz
Mesaj Sayısı : 41 Kan Durumu : Safkan.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Cuma Mart 16, 2012 9:17 pm | |
| Christopher Vorojov 27 Tarafsız Seherbaz - Spoiler:
Tamam, planı işe yaramamış olabilirdi, fakat herkesin bunca derdin arasında ona böyle nefretle bakmasına gerek yoktu. En azından diğerleri gibi, dili tutulmuş beklemiyordu. Hem zaten ejderhalar onu fark etmemişti bile fakat bi’ ara kırmızı ejderha ona göz ucuyla baktı. O an Allegra’nın ağzından sadece kendisinin duyabileceği kadar kısık sesli bir yakarma fırladı. ‘’Ups!’’ Yüzüne aptal gülümsemelerinden birini yerleştirerek arkadaşlarının yanına döndü o sırada ise Caprice havanın ani değişikliklerinden çabuk etkilenmiş olacak ki, gayriihtiyari hapşırdı. Ve Allegra’nın o zamana kadar gördüğü en büyük su fışkırtma büyüsünü uyguladı. Suyun bir bölümü mavi ejderhanın bacağına geldi ve su anında buz kristallerine dönüştü. Diğer kısım ise kırmızı olanın bacağına değmesiyle bir buhar oldu. Oluşan buharın etkisiyle şehveti artmış olacak ki, pençesinde tuttuğu zavallı çocuğu dudaklarına götürdü. Dudakları iki kocaman büküntüye dönüştü ve iğrenç, ıslak bir ses buna eşlik etti. Yapmıştı, küçük çocuğu tutkuyla öpmüştü, iğrençti. Başını öne eğip kıkırdadı. ‘’Tatlı büyük kızılcık turtanın minik süsü Leus’u turtası ham yapmış, hahaha!’’ Bu söyledikleri kızıl turtanın bet sesinin etkisinde duyulmamıştı. Üzerinde soğuk bir nefes hisseti. Kendini arkalarındaki mavi fonda buldu, burası buzlar ülkesi olmalıydı. Fondan kitapçıya bakan bir pencere açılıyordu ve birde merdiven. Merdiveni incelerken birden aklına kızıl ejderhanın söyledikleri geldi. Ejderhanın ne dediğini duymak için kafasını yukarı kaldırmıştı ki kızıl turta elinde onun minyatürü gibi görünen bir diğer ejderha ile ortadan kaybolmuştu, peki ama Leus neredeydi? Bunu öğrenmenin tek yolu vardı, o da aralarındaki en iyi gözlemci olan Caprice’di. Usulca soğuktan donmak üzere olan kıza yanaştı ve fısıldadı. Fakat kız onu duyamayacak kadar üşümüştü. Gözlerini ise sabit bir şekilde mavi ejderhanın üzerinde tutuyordu. Allegra’nın gözleri de ejderhaya kaydı. Yine buz gibi sesiyle konuşuyor, bedelden bahsediyordu. Mavi ejderhanın bedelin ödendiğini söylemesiyle o kırmızı küçük şeyin Leus olduğunu anladı, bedel ödenmişti. Şimdi parşömenin ellerinde olması gerekiyordu. Peki ama neredeydi? Ejderha sorusuna cevap olarak, birazda inat olarak ellerine birer tane kendi mavi pulundan tutuşturmuştu. Pulların birer şeker olduğunu söylüyordu.
Tablo cidden çok hoştu. Ellerinde işe yaramaz şekerler, soğuktan donmak üzere olan küçük bedenler ve korkunç bir ejderha… Ha bu arada birde yumruklanan bir kapı aslında Allegra onu önemsemiyordu çünkü girişteki yaşlı kadının uyanması neredeyse imkansızdı. Gerçekten okkalı bir nazar yemişti. Kendine gelmesi ise bir günden fazla sürerdi. Kapıyı bir kenara bırakıp dikkatini yine mavi ejderhaya yönlendirmeye çalışsa da koca ayaklı prensesin merdivenlere yönelme çalışmaları dikkatini o yöne çekti, gizli bir kaçış için fazlaca gürültülüydü. Bu mavi ejderhanın da dikkatini çekmiş olacak ki buz gibi nefesini Blessing’in üzerine yolladı ve o an prenses buzlar ülkesinden çıktığı anda eriyerek şekilde kristalden bir prensese dönüştü. Fakat prenses ejderhanın sandığından daha akıllıydı, her duruma göre bir planı vardı elbette. Sessizce hafif bir sıcaklığın yayıldığı pencereye doğru ilerledi ve kolunun bir bölümünün eriyişini sabırla izledi. Eriyen sıvıların yere düşerken çıkardığı ses muhteşem bir melodiyi andırıyordu. Bu sırada buzdan prenses sessizce geri çekildi ve ejderhaya seslendi. Ejderha ise sahte bir mutluluğa kanıp prensesin çağrısına cevap niteliğinde harekete geçti. Tam prensese yaklaşıyordu ki su birikintisi fark etmedi. Kayıp düştü ve kristalden bacağı parçalandı. Bu arada vücudunun her tarafından mavi bir sıvı akıyordu. Sihirli kan olmalıydı bu. Blessing tanrıdan bu lûtfu almış gibi soğuk kanlılık içerisinde hareket edip mavi sıvıyla banyo etti. Sıvının parlaklığı sönüp genç kız ortaya çıktığında, eski haline döndüğü bariz bir şekilde belli oluyordu. Ejderhanın toparlanması biraz zaman aldı fakat gazabı fena olacaktı. İlk başta bir şey anlayamadı. Sonra tüm parçaları zihninde birleştirdiğinde tüm öfkesine üzerlerine kusmaya başladı. Dört bir yana soğuk nefesinden parçalar fırlatıyordu. Gerçekten ölümcül, buz dolu parçalar. Nefeslerden birinin kendisine ya da bir arkadaşına rastlamamasını umarak sindi. Korku dolu gözlerle mavi ejderhayı izliyordu ki, birden ejderhanın biraz daha uysal davranmaya başladığını fark etti.
Bu değişikliğin hemen ardında Leus’un buyurgan fakat güven aşılayan sesi beyninde yankılandı. Ne yaptığını biliyor olmalıydı. En azından Allegra öyle umuyordu. Sesin son yankısının da kaybolmasıyla birlikte Claudia elinde bir kitapla kabaca ellerindeki şekerden pulları toplamaya başladı. Aldığı her pulu kitabın bir sayfasına sıkıştırıyordu. Birden ejderha yine etrafa nefreti kusamaya başladı. Demek ki, ejderhayı sakinleştiren de Leus’tu. O güven verici sesi… Soğuk nefesiyle bulundukları zemini buz pistine çevirdi ve çocuklardan hiç biri ayakta kalamadı. Düşmenin etkisiyle elinde kitap taşıyan kız, kitabı boşluğa düşürdü, tanrım ne kadar şapşaldı. Ayrıca canını da yakmıştı. Allegra ise kontrollü bir düşüş yaşamıştı. Sadece düşü yumuşatmak için yere dayadığı elleri biraz kanıyordu, o kadar. Fakat bir sorun vardı. Şuan sadece buzlar ülkesinde değildiler vücutları buza temas ediyordu, fakat bu onları üşütmüyordu. Ne olduğunu anlamak için kafasını diğerlerine çevirdiğinde, aydınlanan yüzlerle karşı karşıya geldi gözlerini ışık kaynağına çevirdiğinde ise Leus’un büyümüş ejderha vücuduyla karşılaştı, ne kadar da büyümüştü. Herkesin yüzüne kocaman bir gülümseme yayılmıştı. Hatta mavi ejderhanın bile. Artık buzlar saçmayan bir nefesle konuşmaya başladı. ‘’Nihayet! Sonunda birileri bu bilmeceyi çözmeyi başardı. Yıllardır bu esaretten sıkılmıştım zaten.’’ Ejderha kendiyle konuşuyor gibiydi, çocuklar ise şaşkın, izliyorlardı. Ejderha parmaklarını şıklattı. Boşlukta kaybolan kitap hışımla geri geldi ve ejderhanın hizasına yükseldi. Pulların bulunduğu sayfa kendi kendine açıldı. Pullar senkronize bir hareketle tavana çok yakınlaşana kadar yükseldi. Tam tamına beş pul vardı. Bu pullar bir beşgen oluşturuyordu, beşgenin en üst köşesinde ise kırmızı bul vardı. Bu pulu ise Leus kendi vücudundan bahşetmişti. Havada uçuşan beş pul, neşeli bir patlamayla çok görkemli bir aynaya dönüştü ayna sanki sudan yapılmış gibiydi, sürekli akan bir şelaleyi andırıyordu fakat en parlak aynadan bile parlaktı. Görkemli ayna tekrardan mavi ve kırmızı ejderhanın yan yana bulundukları yere yaklaştı ve tam kafalarının hizasında durdu. Mavi ejderha en tatlı sesiyle fısıldadı. ‘’Duru su gerçeğin aynasıdır.’’ Ejderhaların önce aynadaki görüntüleri normale döndü, sonra da buzlar ülkesindeki vücutları. Leus yine insan formundaydı fakat hala küçük bir çocuktu. Yanında da diğerleriyle aynı yaşta olduğu anlaşılan sarışın, mavi gözlü bir erkek çocuğu duruyordu. Meraklı gözler bir açıklama yapması için yabancı çocuğa çevrilmişti, çocuk boğazını düzeltti ve çocuk sesiyle gayet olduğun bir tavırla konuşmaya başladı. ‘’Tamam, şimdi size her şeyi anlatacağım. Bundan yıllar yıllar önce ben ve küçük kız kardeşim annemizin anlattığı masalı dinliyorduk. Bu arada annemizin bize maslar okuduğu kitaba dokunmayı çok istiyorduk, ve sonunda gizlice bunu başardık. E, tabi sonrası malum… Biz de aynı sizin başınıza gelenleri yaşadık. Fakat bilmeceyi çözemedik. Sadece iki kişiydik ve ben yedi kardeşim ise henüz beş yaşındaydı. Siz şanslısınız, kalabalık bir grupsunuz ve hepinizin düşünce yapısı son derece gelişmiş. Biz ise kaderimizi kabullenip masallar dünyasının sırlarına erdik. Ben ve kardeşim. -Malesef, kırmızı olan benim küçük kız kardeşim.- Tabi siz bilmeceyi çözünce masalda bitmiş oluyor. Ahh, bakın.’’ Masal kitabını eline aldı ve son sayfasını açtı. Sayfayı herkesin görebilmesi için sihirle büyütüp çocuklara doğru tuttu. Hepsi şuandaki pozisyonlarıyla kitabın son sayfasına çizilmiş durumdaydı. İki küçük farklılık dışında, birincisi resimde Caprice elinde bir parşömen tutuyordu. İkincisi ise yabancı çocuğun yanında birde ondan biraz kısa, siyah saçları düzgünce örülmüş bir kız çocuğu duruyordu. Suratı mağrur bir ifadeyle bakıyordu. Sonra sarışın çocuk eksikliklerin farkına varmış olacak ki, kitabın sayfalarını birkaç sayfa geriye çekti ve seslendi. ‘’Benim, küçük aşk böceği kardeşim. Seni bekliyoruz.’’
Allegra tabloyu izlerken düşüncelere dalmıştı yine. Aklında annesi vardı. Tam dört yıldır görmüyordu onu. En çokta bir sözü geliyordu aklına ve bu sözle birlikte annesinin huzur dolu siması usunda canlanıyordu. ‘’Herkes kendi masalını yaşar Allegra.’’ Düşünceleri bir kahkaha ile bölündü kırmızı ejderhanın geldiğini belli eden tiz bir kahkaha. Annesinin görüntüsü de aynı kahkahanın titreşimleriyle dağıldı…
| |
| | | Maxim Querta
Mesaj Sayısı : 673 Kan Durumu : Safkan. Rp Partneri : Elim Reçel'in dötünde -pardon, cep diyecektim.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Cuma Mart 16, 2012 9:31 pm | |
| | |
| | | Florence Jourdain Vampir, Sihirli Yaratıkların Düzenlenmesi ve Denetimi Dairesi Çalışanı
Mesaj Sayısı : 111 Kan Durumu : Melez
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Perş. Mart 22, 2012 8:06 pm | |
| Florence Jourdain 20 gibi görünüyor, fakat 100 üzeri. Karanlığa meyilli. Sihirli Yaratıkların Düzenlenmesi ve Denetimi Dairesi Çalışanı Priscilla Derichs diğer karakterim. | |
| | | Adelphe Ida Rigola
Mesaj Sayısı : 495 Kan Durumu : Safkan. Rp Partneri : Jaiden.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Perş. Mart 22, 2012 8:20 pm | |
| | |
| | | Scott Rafael Favio Büyüceşura Hakimi
Mesaj Sayısı : 29 Kan Durumu : Safkan.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Perş. Mart 29, 2012 9:01 pm | |
| Scott Rafael Favio, 36, Büyüceşura Hâkimi, Aydınlık - Spoiler:
Scott, kötü geçirdiği bir geceden sonra sabah geç uyandı. Uyku onu yenilememişti. Kendini huzursuz, sinirli ve aksi duyumsayarak uyandı, öfkeyle küçük odasına göz gezdirdi. Bu 12 ayak uzunluğunda uzak bir yerdi, her yeri dökülmüştü; duvar kağıtları odaya çok sefil bir hava veriyordu. Tavanı o denli basıktı ki, boyu ortanın biraz yukarsında olan biri bile, başını sürekli tavana vurmaktan çekinerek kendini rahatsız hissederdi. Üç eski iskemle vardı, hepsi kırıktı, köşede üstünde bir iki kitap ve defter bulunan boyalı bir masa vardı, kitapların üstünde öyle kalın bir toz tabakası oluşmuştu ki, bunlara çoktandır dokunulmadığı belliydi ve en son, büyük, şekilsiz bir karyola duvarla yaklaşık aynı uzunluktaydı, eninin genişliğinden dolayı odanın yarısını dolduruyordu. Bir zamanlar paçavralaşmış bir perdeyle örtülmüş olan karyola Scott’un yatağıydı ve o çoğu kez yatağa üzerini çıkarmadan yatardı, çarşafsız, yorgansız, eski, havı dökük pardesüsünü örtünürdü. Yükselsin diye de ne kadar eşyası varsa küçük bir yığın koyardı. Batağa daha fazla gömülmek veya daha da düzensizleşmek güçtü, fakat Scott o andaki anlayışıyla bunu keyifli bile buluyordu. Bir midyenin kabuğuna çekilmesi gibi dünyadan tamamen kendini soyutlamıştı. Bakanlıkta görevini bıraktığından beri hayatı tamamen tersine dönmüştü, ihtişamlı hayatını bir kenara bırakmış yalnız bir hayat sürmeye başlamıştı. Clementine onun için hayatının tamamının kopup gitmesiydi. O öldüğünden beri adeta adı, kişiliği, tavırları değişmiş, yaşamı tekrardan öğrenmeye çalışan bir çocuk pozisyonuna düşmüştü. Yattığı yerden vücudunu yavaşça kaldırarak etkileyici gözlerine vuran güneşi reddedercesine perdeyi çekti. Evin içerisinde bulunan her eski şey gibi, yıllanmış dolabına ilerliyordu. Çeşitli sihir kitaplarının arasına saklanmış o kadar zaman geçmesine rağmen herhangi bir bölümü yıpranmamış mektubu eline aldı. Mektubu tutan eli titriyordu. Bu mektubu hogwarts yıllarından beri yapayalnız okumayı tercih ederdi. Mektubu dudaklarına götürüp öptü ve uzun zaman zarfın üstündeki küçük, ince, çok yakından bilip, çok sevdiği, bir zamanlar kendisine aşkı öğretmiş kişinin yazısına baktı. Mektubu açmak için acelesi yoktu, hem bir şeyden çekiniyor gibiydi. Anılar. Nihayet mektubu açtı: Hayli uzun ve çok sık satırlarla yazılmış bir mektuptu, ağırdı da. İki koca defter sayfası, önlü arkalı, çok ufak bir yazıyla doldurulmuştu. İkisinin paylaştığı bütün sırlar, duygular ve mektubun son cümlesi ’’Seni asla unutmayacağım.’’ Mektubu okuduğu sürece neredeyse başlangıcından beri Scott'un yüzünü gözyaşları ıslatmıştı,fakat bitirdiğinde yüzü sararmış ve asıklaşmıştı, dudaklarında kederli, ısrarlı ve kötücül bir gülümseme oluşmuştu. Başını, eskimiş yastığına gömdü ve uzun, çok uzun bir zaman düşündü. Kalbi çabuk çabuk çarpıyor, düşünceleri peş peşe geliyordu. Bunların ardından bir odadan çok bir kutuyu andıran kapanında gövdesi tutuldu. Boğulacak hale geldi. Gözleri ve düşünceleri daha fazla boşluğa ihtiyaç duyuyordu. Şapkasını aldığı gibi Knocturn sokaklarına adım attı. Kafasını biraz rahatlatmanın en doğru şey olacağını düşünerek hızlı adımlarla eski bir arkadaşının mekanına gidiyordu: Galadriel Circulus. Kafası sıkıştığı zaman sert içkiler içmek alışkanlığı olmuştu ve bu alışkanlığın bozulmadığı yer 1930’dan beri Galadriel’di. Sokağın neredeyse tamamını burası kaplıyordu. Sokağın başından itibaren Scott’un gözlerine doğru gelmeye başlayan mor ışık yüzünde hafif bir tebessüme neden olmuştu. ’’Hiç değişmemiş.’’ Kapıdan girdiğinde kendisini karşılayan merdivenlerden aşağı olanı tercih ederek hızlı adımlarla aşağı doğru ilerledi. O aşağı doğru indikçe kulağına çalan müziklerin tınısı gelmeye başlamıştı bile. İçkilerini zevkle yudumlayan büyücülerin arasından sıyrıldı, barmene fısıldayarak her zaman kullandığı içkiden istedi. Zihnini adeta kafasından çıkarıp atmak, yıkıp geçen fırtınalar silsilesine bir son vermeyi arzuluyordu. İçkinin bardaktaki varlığını tek hamlede yok ederken etrafa bakınmaya başladı. Vücudunu sol tarafa doğru çevirdiğinde gözlerine inanamadı. Aynı kahverengi, etkileyici, büyüleyici gözler. Aynı vücut hatları, aynı gülümseme. Biçimli kaşların şekil vermesiyle oluşan inanılmaz bir yüz. Göz rengiyle aynı olan pamuklu saçları kendinden emin bir edayla omuzlarına kadar düşüyordu. Neden Clementine’e bu kadar benzemek zorundaydı? Küfürler savurarak, önüne tekrardan konulmuş olan metalik rengi içkiyi yudumlamaya devam ederken kırılgan bardağı sertçe masaya vurdu. Yıllarca kendinden emin olan bu adam bütün güvenini yitirmişçesine hayatını anlamlandıran kadının adını anlaşılabilir bir şekilde dudaklarından serbest bıraktı. Aralarında geçen konuşma Scott’un düşüncelerinde değişikliğe sebep olmamıştı, onun gözünde Lydia = Clementine eşitliği kurulmuştu. Scott konuşkan biri değildi, genellikle kendisini anlamasını karşısındakinden bekler, ona göre tavırlarını ortaya koyardı. Lydia’nın sorularına çoğunlukla boş bakışlarla cevap vermek zorunda kaldı. Yutkunmakta bile zorlanırken etkiletici kadının söylemiş olduğu viskiye minnet duyarak, teşekkürünü başını aşağı doğru hafifçe eğerek gösterdi. Onun içten gülümsemesi Scott’un yaşadıklarına tekrar dönmesine ve düşler görmesine yol açıyordu. Eli istemsizce onun saçlarına gitmiş ve dokunmaya başladı. Bir şartlı refleks gibi yaptıklarının farkında değildi, sonuçlarını umursamıyordu. Kendisine çevrilen iri gözlere cevap vermek için Lydia ile arasında bulunan mesafeyi iyice kısaltarak kendine doğru hafifçe çekti. ’’Onu gözlerimin önünde kaybettim. Kahverengi saçlara, baştan çıkarıcı bakışlara ve içten bir gülümseye sahipti. Tıpkı senin gibi.’’ Ciddiyetini koruyarak dudaklarından çıkan kelimelere anlıkta olsa şaşırdı. Bu sihirli vücut tarafından yanlış anlamışmak istemiyordu. Aralarında devam eden soğuk konuşma birbirlerini tanımaya başladıkça yerini tatlı gülümsemelere bırakırken Scott, muggle tütününü çıkardı, dirayetle tutuşturup bakışlarını Lydia’ya çevirdi. Onunla göz göze geliyor, her mimiğini kaçırmadan takip ediyordu. Saatine baktığında zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı. Bu kadın onu farklı bir boyuta götürmüştü.
| |
| | | Maxim Querta
Mesaj Sayısı : 673 Kan Durumu : Safkan. Rp Partneri : Elim Reçel'in dötünde -pardon, cep diyecektim.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Perş. Mart 29, 2012 9:13 pm | |
| | |
| | | Serena Woodstuck Büyüceşura Hakimi
Mesaj Sayısı : 259 Kan Durumu : Muggle doğumlıu Rp Partneri : Ahh Diojen Ahh senin kıymetini bilemedim ki been.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. C.tesi Mart 31, 2012 9:25 am | |
| Serena Woodstuck, 26, Büyüceşura Hakimi, Aydınlık, Payton A. Ramolino. | |
| | | Maxim Querta
Mesaj Sayısı : 673 Kan Durumu : Safkan. Rp Partneri : Elim Reçel'in dötünde -pardon, cep diyecektim.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. C.tesi Mart 31, 2012 9:35 am | |
| | |
| | | Archer Conradin
Mesaj Sayısı : 20 Kan Durumu : Safkan. Rp Partneri : Charlotte'da gözü var. Yaş : 31
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Ptsi Nis. 02, 2012 5:40 pm | |
| Ad ve Soyad: Archer Conradin Yaş: 29 Tarafı: Aydınlık. İstenilen Rütbe: Sihirin Uygunsuz Kullanımı Dairesi Çalışanı. RP Örneği: Maggie Gladhell benim karakterimdir. | |
| | | Adrasteia Quiwen
Mesaj Sayısı : 2016 Kan Durumu : Safkan. Rp Partneri : He is like a cage, Richard.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Ptsi Nis. 02, 2012 6:17 pm | |
| | |
| | | Anastasia Lorién Véalidus
Mesaj Sayısı : 14 Kan Durumu : Safkan Yaş : 27
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Salı Mayıs 01, 2012 7:34 pm | |
| # Anastasia Lorién Véalidus #. 30 #. Aydınlık #. Baş Seherbaz (Sanırım kendisi gitti siteden. Çünkü baktığımda rütbesi yoktu.) - Rp.:
Puslu bir eylül sabahı... Hayatın asıl yüzüyle çok genç karşılaşmış olmanın yükü altında asla çökmemiş omuzlarını daha da dikleştirip emin adımlarla hapisanenin kapısından içeri girdi. Havanın yoğunluğunda hissedilen ani değişim genç kadının üpermesine ve cübbesine daha sıkı sarılmasına yol açtı. Topuklu ayakkabıları koridorları inletirken, çoğu mahkum sorgulayan gözlerle onu izliyordu. Çoğunu tanıyordu genç kadın. Acıma duygusunun yüreğini daha fazla sıkıştırmasına izin vermeden yürümeye devam etti. Tüm gözlerde aynı suçlayıcı, aynı 'ben suçsuzum' diye haykıran bakışı görebiliyordu. Oysa hepsini kendi elleriyle buraya getirmişti genç seherbaz. Suçsuz olduğuna inandığı her insan için elinden geleni ardına koymamıştı zaten. Bu nedenle buradakilere üzülmek için neden bulamıyordu.
Hızlı adımlarla merdivenleri çıktı ve gitmek istediği yere doğru seyirtti. Aslında hala tereddütleri vardı fakat onu gerçekten dinlemek istiyordu. Hücrenin kapısının önüne gelince durdu. İçeri girmek için değil, burayı terk etmek için cesaret aradı içinde. Cübbesinin iç cebinden çıkardığı paslı anahtarla kilidi açtı. Hafif bir kuvvetle ağır, demir kapıyı iterek içeri girdi. Korkuyla hücrenin köşesine sinmiş olan kadını gördüğünde ise yüreği gerçekten burkulmuştu. Onun burada olmaması gerekiyordu. Evet, karanlık tarafa hizmet etmiş olabilirdi fakat o... O sonuçta teyzesiydi, anne yarısı. Belki de onunla annesinden daha çok ilgilenmiş olan kadındı. Fakat duygularının mantığının önüne geçmesine izin vermemiş ve doğru olduğuna inandığı şeyi yapmıştı. İşte şimdi buradaydılar. Başbaşa ve geçmişin onlara verdiği acıyla beraber...
Bir süre sonra sindiği köşeden yavaşça sıyrılan kadın biraz şaşkın, biraz korkulu ve biraz da memnun olmuş bir ifadeyle yeğenine bakıyordu. Acele hareketlerle hücrenin diğer köşesinden paslanmış ve bir ayağı olmayan bir sandalyeyi sürükleye sürükleye getirdi ve önüne koydu. Genç seherbaz az kalsın devrilen sandalyeyi son anda yakaladı ve yüzüne yayılan gülümsemeye engel olamadı. Evet teyzesini seviyordu belki de her şeyden çok. Belki de ailesinden kalan son kişi olduğu için. Bir de kardeş vardı: Elbereth. Onunla konuşmayı, mektuplaşmayı severdi genç kadın. Fakat zaman aralarına girdikçe ilişkilerinin o kadar da mükemmel olmadığı hissi kaplıyordu yüreğini. Yine de seviyordu kardeşini.
Yaşlı kadını kırmamak adına, cübbesinin kirleneceğini düşünmeden oturdu sandalyeye. Dengesini sağladıktan sonra da bacak bacak üzerine attı. Tek eliyle alnına dökülen bir tutam saçı arkaya attı ve dolu dolu olmuş gözlerle teyzesine baktı. Bir ara Azkaban'ın durumu hakkında konuşmalıydı yetkili birileriyle. Ama şuan işini düşünmek istemiyordu. Yaşamak için çok vakti kalmamış bir kadının isteği üzerine gelmişti buraya ve bütün ilgisini ona harcamak istiyordu. İnsan görmenin verdiği heyecanla yerinde duramayan yaşlı cadı sonunda duvar kenarındaki, yayları gıcırdayan yatağının bir köşesine ilişiverdi. "Ah, Annie... Se-seni gördüğüme o k-kadar sevindim ki!" Uzun süredir konuşmamış olduğu her halinden belliydi yaşlı kadının. "Ne güzel bir kadın olmuşsun! Se-senin h-hakkında konuş- konuşmak isterdim elbet, fakat anlatacaklarım, senin de bilmen gerekenler var." Biraz zorlandıktan sonra gayet akıcı bir şekilde konuşmaya başlamıştı Elizabeth. Gözlerini genç seherbazdan ayırmıyor aynı anda sağını solunu farelerin kemirdiği yorganının altında bir şeyler arıyordu. Sonun ufak bir kağıt parçası çıkartı ve kadına uzattı. Anastasia önce ne yapacağını bilemedi. Ailesi hakkında konuşmak, onlardan bahsetmek bu dünyada yapmak isteyeceği son şeydi ama yaşlı kadının ısrarı üzerine kağıdı aldı.
"Annen ve baban..." dedi Elizabeth. Anastasia fotoğraftaki, birbirine gülümseyen iki güzel yüze baktı. Bir zamanlar böylesine birbirlerine aşık olduklarını hatırlamak karmaşık duygular hissettiriyordu. "Düğünlerinde ben kendim çektim bu fotoğrafı. O kadar mutlulardı ki, kimse sonlarının böyle olacağını düşünmemişti. Her şeyden vazgeçmişlerdi. Sadece mutlu bir hayat sürmek istiyorlardı." Yaşlı kadının gözleri doldu. Anastasia ifadesiz bir suratla dinlemeye devam etti. "Yunanistan'ın Nakşa şehrine yerleştiler. En başta çok iyilerdi. Bir kez bile yüzleri asık görmedim onları. Çok insanla görüşmez, çok dışarı çıkmazlardı ama o iki katlı ev ve birbirlerine olan aşkları onlara yetiyordu. Evleneli iki yıl olmuştu ki ufak tefek şeyler patlak verdi. Küçük tartışmalar, bağrışmalar. En başlarda 'Olur o kadar,' diyordum fakat sonra gitgide arttı. Hatta o kadar çekilmez hala geldi ki bir aylığına sizleri bana bıraktılar. Güya birbirlerine zaman verdiler. O kadar küçük, o kadar korumasızdınız ki... Önceleri altınızı değiştirirken bile elim ayağım titrerdi. Neyse... Bir ay sonra gelip sizleri aldılar. Gayet mutlu görünüyorlardı. Aralarında her ne varsa çözmüş gibiydiler. Ama bir aylık ara onlara sadece dört yıl daha kazandırmıştı o kadar. Annen ne kadar inkar etse de ayrılırken bile birbirlerini seviyorlardı. Sırf sizi daha fazla üzmemek, yıpratmamak adına ayrılsalar da ikisinin de bencil oluşuydu size de ayıran. Sonrasını zaten biliyorsun. Sadece sizleri arada bir görüştürmek için bir araya geliyorlardı."
Yaşlı kadın duraksadı. Anastasia pür dikkat kadını dinliyordu. Olayın iç yüzünü bilmiyordu. Elbereth'in bilip bilmediğini merak etti. Genelde ondan saklanan şeyleri o bilirdi çünkü. Elizabeth'in tekrar söze başlaması Anastasia'yı gerçeklere döndürdü. "İşte böyle. Aslında siz okuldayken bir kaç kere görüştüklerini duydum. Ama bu sadece dedikodu tabi. Keşke aşklarının kıymetini bilselerdi. Bu kadar güzel iki çocuğa bunu yapmasalardı. Ne vardı ki tekrar karanlıkla uğraşmak-." Anastasia'nın dehşetle açılmış gözlerini üzerinde hissedince cümlesini bitiremedi kadın. Gözleri, gözleriyle buluştuğunda ise içi pişmanlık duygusuyla kavruluyordu. Ne olursa olsun Anastasia annesini sevmişti, bunu pek belli etmese de. Belki şimdi onun yüzünden hayatı boyunca nefret edecekti ondan. Her ne kadar şimdi ölü olsa da... "Şimdi sen bana annemin tekrar ölüm yiyen olmak istediği için mi babamı terk ettiğini söylüyorsun?" Geldiğinden beri ilk kez konuşuyordu genç kadın. Senindeki hiddet ve yılların verdiği tecrübeyle katılık, sanki birilerini sorguluyormuş hissi uyandırsa da mesaj yerine ulaşmıştı. "Ailesi dağılsın istememişti, sadece bu onun için uyuşturucu gibi bir şeydi. Çok ısrar ettim ama yine de peşimden geldi." Anastasia'nın gözlerindeki hayal kırıklığı yerini öfkeye bıraktı. "Aslında biliyor musun gerisi dinlemek istemiyorum. Gerçekten bu kadar yeter. Belki de hiç gelmemeliydim." Hızlı hareketlerle kalkınca sandalyenin devrilmesini engelleyemedi.
Elizabeth bu bir anlık boşluktan yararlanıp Anastasia'nın ömrü boyunca cevabını düşüneceği soruyu sordu, "Peki ya gerçekleri mi bilmek isterdin, yoksa yalanlarla yaşamak mı?" Anastasia kapıyı kilitleyip hızlı adımlarla ilerlerken koridorlarda yankılanan ses her şeyin eninde sonunda öğrenileceğini haykırıyordu. Hapisaneden ayrılırken gözyaşlarını tutamamıştı. Bir yanı teyzesinin haklı olduğu düşünüyor ve bunları öğrenmekten memnun olduğu söylüyor olsa da, diğer yanı buraya hiç gelmemiş olmayı diliyordu.
İşte bu ailesinin hikayesiydi. Kendi hikayesi ise o kadar uzak zamanlarda yaşanmamıştı. On bir yaşında Hogwarts'a başlamıştı. Seçmen şapka kardeşinin aksine onun için epey düşünmüştü. En sonunda ise zekasını cesaretinden üstün bulup onu Ravenclaw'a yollamıştı. Onun için okula başlamış olmanın en güzel yanı kardeşini daha sık görüyor olmaktı. Okul yılların Elbereth'in daha olgun olduğu kesindi. Fakat Anastasia'nın notları hep daha iyi olmuştu. Son senesine gelene kadar Seherbaz olma gibi bir istediği de yoktu. Tabi o yıl olayların ve ölümlerin sayısı arttıkça dengenin değiştiğini anlamıştı. Seherbaz olabilmek kolay değildi o zamanlar. Hatta kimse güvenmiyordu bile seherbazlara. Evet, herkes bir Harry Potter'dır tutturmuştu ama bunlar Anastasia'ya boş geliyordu. "Voldemort, ya Neville'i seçseydi. O zaman ne olacaktı?" demişti bir gün kardeşine. Bu oturup iki mantıklı insan gibi konuşabildikleri çok nadir anlardan biriydi. "Bilmem ki, o zaman daha çok seherbaza ihtiyaç olurdu herhalde." demişti Elbereth de.
Son yıl hiçbir öğrencinin gösteremediği başarıyı göstermiş ve çoğu dersten Olağanüstü almıştı. Böylece seherbaz olma yolundaki ilk adımını atmış oldu. Spellbound Seherbazlık Bürosu'nun başkanı olana kadar çok olaylı bir meslek hayatı olmamıştı. Asıl başkan olunca anlamıştı işin zorluğunu. Bunca insanın ağız kokusunu çekmek kolay değildi. Onun dışında mutlu bir hayatı vardı. Okuldayken hiçbir erkeğe bakmayan Anastasia, ki bir sürü teklif alırdı ama hiçbirine olumlu yanıt vermemişti, mezun olduktan sonra bir sürü (ona göre bir sürüydü fakat topu topu 12 kişiydi) kişiyle çıkmıştı. Evi, arkadaşları ve güzel bir işi vardı. Hayatının yavaş yavaş düzene girdiğini düşünüyordu. Hatta evlenmeyi bile aklından geçirmişti ki, en yakın arkadaşı bu fikri aklından çıkardı. Şimdi aklında bağlanmak ya da sevmek yok. Sadece eğlencesine ya da sıkıldığı zaman birileriyle çıkıyor, hayatına olabildiğince eğlenceli yaşamaya çalışıyor. Arada bir kardeşiyle mektuplaşıyor. Fakat kim işlerin bu kadar karışaçağını bilebilirdi ki?
| |
| | | Maxim Querta
Mesaj Sayısı : 673 Kan Durumu : Safkan. Rp Partneri : Elim Reçel'in dötünde -pardon, cep diyecektim.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Salı Mayıs 01, 2012 7:51 pm | |
| | |
| | | Jeanne Boucher
Mesaj Sayısı : 25 Kan Durumu : Safkan
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Çarş. Mayıs 02, 2012 11:22 am | |
| Jeanne Boucher Yaş otuz beş. Bakanlığın tarafındayım. Esrar Dairesi Başkanlığı kullanıcı en son 11 Nisan 2012 tarihinde online olmuş. RP Örneği: - Spoiler:
Gündüz son kez kanat çırptığında gökyüzünde gece hafifçe çökmeye başlamıştı. Tüm İngiltere mutlak bir karanlığa gömülmüş, sokaklara sessizlik hâkimdi. Tüm normal kişiler sıcak yuvalarında benliklerini uykuya teslim ederken Jeanne büyük malikânenin kütüphanesinde mum ışığında yapayalnız, cama vuran yağmur seslerini dinliyordu. Elindeki kitabın sayfalarını bilinçsizce çeviriyor ve her on dakikada bir saati kontrol ediyordu. 00.00 ‘ı uzun süre önce geçmişti saat ve kadın uykusuzluktan ölmek üzereydi. Günlerdir uyumuyordu zaten, üzerinde çalıştığı makale için ayakta durmak zorundaydı. Hedeflediği kısmı bitirmeden önce uyumak ihanet etmek gibi geliyordu. Bu yüzden günlerinin çoğunu ya çalışma odasında geçiriyor ya da kütüphanede sabahlıyordu. Bu yüzden malum kişinin yüzünü görmeyeli günler olmuştu. Özlemiyordu zaten. Evet, özlemiyordu… Sadece merak ediyordu, bir adam her gece her gece neden dışarıya çıkardı ki? Ne yani ne vardı bu sokaklarda! Kitabını sinirli bir şekilde yanındaki masaya fırlattı ve hışımla ayağa kalktı. Cama doğru yürüdü ve elini buz gibi olmuş cama dayadı. Elinin sıcaklığıyla birlikte yumuşak bir buhar dalgası oluşmuştu camda.
Akşam belli bir saate kadar Roy ona yardımcı olmuştu. Hastalarıyla ilgili tuttuğu notları sadece onun düzenlemesine izin veriyordu Jeanne. Çocukları bile dokunmaya kalktığında inanılmaz bir şekilde sinirleniyordu. İşi konusunda aşırı titizdi, zaten elinde başka nesi vardı ki? Hayatı elinden alınmış bir kadın için işi tutunacağı tek daldı… En azından Roy çıkmasaydı odasına, diye düşündü. Onunla zaman geçirirken bu kadar sinirlenmiyordu Marquise’a. Ama yalnız kaldığı zamanlarda, her saniye başında sinir katsayısıyı katlanarak artıyordu Nasıl artmasın? Beyefendi ne zaman istese dışarıya çıkarken Jeanne çıktığında sorumsuz anne oluyordu. Dolayısıyla kadın oldukça sinirliydi bu konuda. Ondan çocuğu olması demek hayatını ona adamak zorunda olması demek değildi en nihayetinde. Yumruk yaptığı elini pencerenin kenarına vurdu ve hafif bir çıtırtı duydu elinden. “Ah, lanet olsun!” Psikiyatrist olarak daha kendisine engel olamayan birisi nasıl olup da bu kadar başarılı bir doktordu, bu da ayrı bir merak konusuydu. Eline bir şeyler sarmak amacıyla mutfağa doğru gitti ve çekmecelerden birisini açtı. Gümüş yemek takımlarının yanında duran – ki bu bile çok saçmaydı- çocukların basketbol oynarken kullandıkları şu bilekliklerden birisini aldı ve eline geçirdi. Bir bu eksikti, diye düşünüyordu bir yandan. Tam işini bitirip kütüphaneye döndüğü sırada kapının sesini duydu. Gözlerini sinirle kıstı ve oradan çıktı. Elini çoktan unutmuştu. Karşısındaki adama eleştirel gözlerle bakıyordu. “Daha sabah olmamıştı biraz daha gezseydin ya? Şimdi ne yapacak o çok eğlenceli arkadaşların sensiz.” Kavuşturduğu kollarını sinirle öyle çok sıkıyordu ki az önce kıramadığı eli her an kırılabilirdi. Zar zor bir iki adım attı ve adama yaklaştı, başını hafifçe yana yatırmış sinirli gözlerle ona bakıyordu. Ateş saçan gözler… “Evet? Duyamadım seni? Bu lanet olası evin bekçisi ben miyim! Neden bir tek ben yalnız olmak zorundayım. Defolup gideceğim bir gün, o zaman görürsün.” Evi terk etme en büyük kozlarından birisiydi. Gerçekten çok sinirlendiği anlarda bunu öne sürüyordu; ama hiçbir zaman işe yaradığını görmemişti. Evdeki çok pahalı birkaç antika eserinin kırılması dışında hiçbir işe yaramamıştı…
Geçmiş gözünün önünden bir film şeridi gibi akarken tepkisiz kalamıyordu işte. Marq’ın kendisini böyle saçma sapan bir hayata sürüklemesine izin veremezdi. Jeanne sırf onun isteğini yerine getirmek için tüm yaşantısından vazgeçmiş, yanında yaşamaya başlamışken adamın böylesine umursamaz tavırlar içinde olmasından nefret ediyordu. Onun kendisine zarar vermesine seyirci kalmaktan nefret ediyordu. Her gün onlarca hastayı tedavi edip, ölümün kıyısından yaşama geri döndürürken sevgisini itiraf etmeye bile çekindiği bu adam için hiçbir şey yapmamak… Çocuklarını da alıp buraya geldiği o güne her saniye lanet ediyordu. En azından uzaktayken nefret etmek daha kolay oluyordu. Kendi kafasında büyütüp büyütüp sinirleniyordu ve çocuklarını da daha rahat büyütüyordu. Daha disiplinli… Yıllar boyunca onu nasıl da sevmişti ve bu sevgisini nasıl da başarılı bir şekilde saklamıştı. Asla ona hoşgörülü davranmamıştı, her daim yaptığı her hatayı yüzüne vurmaya gayret ediyor; eline geçen her fırsatta onu küçültmeye çalışıyordu. Tek isteği Marquise’ın kendisine zarar vermeyi bırakmasıydı. Bir insan nasıl olup da her gece bu kadar içebilirdi ki?! Tamam kurtadamların vücudu biraz daha farklı işliyordu ama türü ne olursa olsun bu kadar alkol mideyi iflas ettirmeliydi. En azından Jeanne öyle düşünüyordu.
Kendi hayatını bir hiç uğruna mı feda etmişti yoksa? Yaşayacağı zaten kısa br hayatı vardı. Kısacık bir hayat, bir solukta bitecek. Ölümsüz değildi, bir gün ölecekti. Hem de yaşlanıp çirkinleşerek ölecekti. İşte bundan ölesiye korkuyordu. Yaşlanmak.. Çirkin görünmek. Hiç kimsenin dönüp bakmayacağı bir kadın olmaktan korkuyordu. Bu yüzden, defalarca uğraşmıştı Marquise’a olan bu sonuç alamayacağı duygulardan kurtulmayı. Fakat ne zaman buna kalkışsa karşısındaki adamlar ondan uzaklaşıyordu veya ortadan yok oluyorlardı. Jeanne bir süre lanetli olduğunu düşünmüştü. Nasıl olup da hiçbir erkek onu beğenmezdi? Tamam iki çocuktan sonra vücudu biraz çirkinleşmiş olabilirdi, ki yanılıyordu, ama illa ki birilerinin onu beğenmesi lazımdı. Bu ayrı bir merak konusuydu. En son hastanedeki doktorların bir tanesiyle çok zevkli bir akşam yemeği yemişler, ardından adama bir daha ulaşılamamıştı. Zaten kadın da ondan pek hazetmemişti. Kimse Marq’ın verdiği tadı vermiyordu. Onunla yaptıkları o atışmalar, duygularını asla ifade edemeyişleri başka hiçbir erkekte yoktu.
Karşısında ayakta durmakta güçlük çeken adama sımsıkıya sarılmaktı içinden gelen. Fakat, her zaman kalbimizin sözünü dinlemeyiz ve Jeanne genel anlamda kalbini dinleyen bir kadın değildi. Duygularını pek önemsemezdi, onun için her zaman mantık öndeydi. Mantığının ona dediğini yapar, gerisini fazla da düşünmezdi. Kalbini dinlediği tek bir gece sayesinde çocuğu olmuştu. Ve bu hayatına yaptığı büyük hatalardan birisiydi. Çocuklarını bir hata olarak görmüyordu elbette, sadece çocuk doğurmak kariyerinde birkaç yıl geriye gitmesine sebep olmuştu… Öfkeyle dolu gözlerini adamdan bir an olsun ayırmıyor, söyleyeceklerini merakla bekliyordu. Adamın biçimli dudakları aralandı ve ardından hiçbir şey söylemeden kapandı. Kadın daha da sinirleniyordu böyle durumlarda. "Sen gidersen çocuklar ne yapacak, ev ne olacak?” Sinir dolu bir kahkaha atacağı sırada sustu yalnızca. Çocuklarını ardından bırakmayacağını ikisi de çok iyi biliyorlardı. Gerekirse çocuklarına sahip çıkmak için adama zarar bile verebilirdi. "Ya be..." Kafasını sinirle iki yana salladı. Ne diyeceksen de bir an önce der gibi. "Onun için de özür dilerim. Gelmemesini söylemiştim." Bir an neyi kastettiğini anlayamadı kadın ve adamın arkasına doğru baktı. Oldukça genç ve bakımlı bir kadın ışıldayan gözlerle ona bakıyordu. Bir iki adım attı ve adamı geçip kadına ulaştı. Kahverengi gözleri öfkeli değildi; aşağılama vardı bakışlarında. Kızı baştan aşağıya süzdü. Ne amaçla Marquise’ın peşine takıldığı belliydi; ama Jeanne buna hayatta olduğu süre boyunca izin vermeyecekti. “Tatlım, hadi evine dön. Ailen merak etmiştir. Gizli gizli camdan kaçtığını gördüklerinde nasıl da korkarlar. Vah vahhh!” dedi ve kızın hiçbir şey söylemesine fırsat bırakmadan kapıyı ardından sertçe kapattı. Tekrar adamın karşısındaydı ve şimdi tamamen yalnızlardı. Tüm kozlarını paylaşmak üzere… Hırkasının önünü çekiştirdi ve ellerini tekrar göğsünde birleştirdi. Öfkeden deliye dönmüştü, sakin olmak için derin bir nefes aldıysa da olamıyordu işte. “Gecenin körüne kadar dışarıdasın, anladık da neden bu beyinsiz kadınları evimize getiriyorsun.” Evimiz demişti, bundan dolayı iyice sinirlendi. ‘Evimizmiş, aptal seni. Nereden eviniz oluyor. Siz diye bir şey var mı da’ diye haykırıyordu bir ses içinden. Adamın sessiz kalmasından nefret ediyordu. Elini sıktı ve adamın koluna sıkı bir yumruk geçirdi. Az önce incittiği eli iyice acımıştı böylece. “Konuşsana! Gitmemi istiyorsan bunu söylemen yeterli, burada kendi isteğimle durmuyorum ben!” dedi ve hışımla mutfağa yürüdü. Nasıl oluyordu da yapıyordu böyle bir şeyi. Ailesinin yaşadığı eve tanımadığı bir kadını getirmek. Ne için gelmişti buraya? Ha, sargı. Çekmeceyi açtı ve arkasından gelen ayak sesleri çalındı kulağına. “Eğer gitmek istiyorsan gidebilirsin. Fakat çocuklarımız burada benimle kalacak.” Çocuklarımıza yaptığı gereksiz baskı kadının kalbinin her zamankinden binlerce kez daha fazla atmasına sebep olmuştu. İyice öfkelenmiş, adeta burnundan soluyordu. Adamı öldürmek geçiyordu içinden. Ölse üzülmezdi de zaten. Çocuklarım diyordu çünkü, sanki bir tek onun çocuklarıydı. “Gitmek istersen her zaman yolun açıktı. Seni burada zorla tutmadığımı biliyorsun.” Hala anlamıyordu hislerini, nasıl bu kadar aptal olabiliyordu bu erkek milleti. Çekmecedeki gümüş bıçaklardan birisini aldı ve adamın göğsüne sapladı. Bir süre bıçağa baktı ve adamın gözlerine baktı. O bıçak gümüştü ve bir anlık öfkesine yenik düşen kadın belki de hayatının aşkını az önce ölüme uğurlamıştı. “Marquise, ben… Hayır, sakın ölme.” Adam güçsüz bir şekilde yere yığılırken gözyaşları gözleirne hücum etmeye başlamıştı bile. Onsuz ne yapacaktı? Hayatta kalamazdı. Onun varlığı olmadan tek bir saniye nefes alamazdı. Hep derler ya, her şeyin en başı nefrettir diye. Tüm duygular ondan doğar aslında; aşkın en saf hali nefretle ortaya çıkar, sevgiyi nefret doğurur ve nicesi. Ama bazı nefretler vardır ki, en başı aşktır. Aşkın zamansın gidişiyle birlikte karanlıktan doğar ve sımsıkı sarar kişinin benliğini. Jeanne, tam da böyle bir şey yaşıyordu işte. Gençliğinde tanıyıp da tüm hayatına adamak üzere yeminler ettiği adama karşı şimdilerde ne hissettiğini bile bilmiyordu. Tek bildiği şey ona zarar gelmesinden ne kadar korktuğuydu. Okuduğu bir kitapta dendiğine göre, bir kişiye karşı hissedilen aşırı korumacılık duygusuydu aşk. Ama genç kadın hiçbir şeyi uçlarda yaşamadığı gibi bunu da uçlarda yaşamıyordu. Adamla ilk tanıştıkları zamanda ne kadar da toy, her şeye inanan bir yapısı vardı. Tek isteği üniversiteyi bırakıp herkes tarafından adı bilinen bir uzman olmaktı. Ama şimdi neydi? Ortalama kalitede bir hastanede Psikiyatrist olarak çalışıyordu. O hayalini kurduğu geleceği çocukları uğruna feda etmişti. Onlara bakabilmek amacıyla neler de çekmişti! Aklına geldikçe delirecek gibi oluyordu. Nasıl olmuştu da tüm o zorlukların üstesinden gelebilmişti? İlk yıllarda ne kadar zorlanmıştı, Marquise’dan haber alamamak, ailesine karşı gelmek mahvetmişti. Tüm hayat enerjisini elinden almıştı. Fakat, o geri döndüğünde ve çocuklarla birlikte yanında kalmasını teklif ettiğinde her şeyi unutmuştu. Sadece içinde burukluk vardı kadının. Adama karşı hep bir burukluk vardı, onu bıraktığı içindi bu. Bir kez dönüp de özür dilese geçecek gibiydi. Ama bunu bile yapmıyordu, tek yaptığı karşılaşmamaya çalışmaktı. Nasıl da mantıksız, oysaki genç kadın onun bir bakışına tav olacak kadar aşıktı adama. Fakat, o bakışı göremiyordu...
Sevdiği adamın kapalı gözlerinde gördü sonsuzluğu. Bitmek tükenmek bilmeyen bir sonsuzluğun içine doğru sürükleniyordu sanki adam. Kadın ne yapacağını bilmez bir biçimde adamı kolları arasında tutuyordu. Ölmesini istemiyordu, onun gözlerine bir kez daha bakmak istiyordu. Doyasıya bakmak istiyordu, hiç bakmadığı gibi; aşkla. Uzun zamandır ona sadece öfkeyle bakıyordu, gece yastığına koyduğunda başını pişmanlıklar yapışıyordu boğazına. Nefes almasını engelleyecek kadar ağırdı bunlar. Hades’i utandıracak kadar kibirli oluşu sadece aşkındandı oysaki. Sadece biraz fazla kıskançtı, onu başka kadınlarla düşündüğü anda bile cinayet işlemek gözünde kolay bir iş haline geliveriyordu. Tek isteği sevdi adamla birlikte olmaktı, çok şey mi bu? Araya kimsecikler girmeden bir arada olmak. Aşkı doruklarında yaşamak istiyordu. Ama geç kalmışlardı artık her şey için. Ne olabilirdi ki bundan sonra? Zaten Jeanne iyice yaşlanmıştı, kendisini olabildiğince yaşlı hissediyordu ölümsüzlerin yanında. Hem de Marquise’a ne verebilirdi ki, bir gün gelecekti ve hayata ebediyen gözlerini yumacaktı. Ölümsüzlüğüne ancak o zaman kavuşacaktı, fakat onun gideceği yerde adam olmayacaktı. Onun ölmesi fikri bile tüylerini diken diken etmeye yeterken her seferinde kollarında adamın yavaş yavaş soğumasını izleyen kadın gözyaşlarına boğulmuştu. Marquise’ı ilk defa bu kadar güçsüz görüyordu. Adamın elini bile oynatacak gücü yok gibiydi, böyle bir şey olmamalıydı. Hayır, daha çok erkendi ayrılmak için. Jeanne kendisini öldürmek istiyordu, nefret ediyordu kendisinden. Çocuklarını düşündü, ne diyecekti onarla? Babanız size çocuklarım dediği için sinirlendim ve onu bıçakladım mı? Ne mantıklı bir açıklama ama(!) Adamın gözterdiği dolapta ne olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Tam bir ev hanımı olmasına karşın o dolaba daha önce hiç ihtiyaç duymamıştı. Çünkü, mutfağa fazla uğramıyordu. Yaşlarla dolu gözleriyle önünü grmesi zor olmuştu ama dolabı açtı, içinde tek bir şişe vardı. Eski, tıpkı iksir şişesi gibi bir şey. Şişeyi aldı ve tekrar yerde yatan adamın yanına döndü. Hiçbir tepki yoktu, sanki.. Hayır, ölmüş olamazdı. Hemen gidip almıştı iksiri. Adamın dudaklarını araldı eliyle ve neredeyse şişenin tamamını içirdi.
Tepkisiz…
Gözlerine hücum eden yaşlar adeta bir sel gibi boşalıyordu. Yaptığı şeyden dolayı tüm hayatı boyunca lanetlenmişti artık. Bir anlık öfkeye yenik düşmek de ne demekti?! Kucağında yatan cansız bedene donuk gözlerle bakıyordu. Sanki görmüyordu, geçmişi görüyordu. Geçmişteydi, zaman kavramını yitirmişti. Mekandan da yoksundu o anda, bildiği hiçbir şey yoktu. Marquise’ı ilk gördüğü andan, az önce eve girişine kadar tüm sahneler gözünün önünden geçiyrodu ve içindeki o lanet olası ses susmuyordu. Israrla atalı olduğunu dile getiriyordu. Sen suçlusun, onu öldürdün! Diyordu. Adamın elini elleri arasına aldı, “Marquise, lütfen. Aç gözlerini.. ben sensiz yaşayamam. Seni, seni seviyorum. Sana bunu hiç söyleyemedim.” Hıçkırıklarla sık sık kesilen sesi mutfakta yankılanıyordu ve cama değen yağmur damlalarının sesi dolduruyordu geceyi. Sessizlikti ölümün habercisi ve o anda yeryüzünde sessizliğe gömülmüş tek bir mekan varsa o da onların evinin mutfağıydı. Genç kadın Marquise’ın elini bırakmak istemiyordu. Yüzünü adamın göğsüne yasladı ve kapadı gözlerini. Tıpkı Romeo ve Juliet’te olduğu gibi dudaklarındaki zehri içip ölmeyi ne kadar da isterdi. Fakat, o hikayede Juliet değildi Romeo’yu öldüren. Hıçkırıyordu, deli gibi hem de. Nefesi sık sık kesiliyordu bu yüzden. “Sen ölemezsin, öldüğünde ben kim için yaşayacağım… Hayır, inanmıyorum. Bu berbat bir kabul olmalı, ancak bu şekilde inanırım. Senin ölümün o kadar imkansız ki.” Kafasını kaldırdığında adamın yüzüne bakmaya ölesiye korkuyordu. Gözlerini hala açmamış olma ihtimali kahrediyordu kadını, ama el mahkum baktı adamın çehresine. Gözleri yavaşça aralanıyordu sanki, yanlış görmüş olamazdı. Donuk bir yüz ifadesiyle adama dikti gözlerini, şok olmuştu. Binlerce kez şükretti Tanrı’ya içinden ve yüzüne ışıltılı bir gülümseme yerleşti. Hırkasının koluya kuruladı gözlerindeki yaşları. Yüzünde uzun zamandır kimseni görmediği kadar içten bir gülümseme vardı, istemsizce sarıldı adama ve hemen ateşe değmiş gibi çekti kendisini geriye. Aptalca mı davranıyordu? Hayır, artık böyle şeylere takılmayacaktı. Az önce yaşadıklarını ne çabuk unutmuştu böyle. Hafif utangaç bir gülümsemeyle bakıyordu adama, az önce yaptığından dolayı hala suçluluk hissediyordu. “Sana zarar vermemek adına bir daha yaklaşmayacağım.. Sanırım hayatına çok müdahale ediyorum... Çok özür dilerim.” Ondan uzak durmak mı? Kimi kandırıyordu ki. Marquise’dan uzak durmaya çalışsa da buna katlanamazdı. Adamı görmeden geçirdiği her günün ertesinde sinirden deliye dönüyordu. Her saniye gözünün önünde olmasını istiyordu onun. Bu yüzdendi tüm hırsı, ona bakarken ilk defa içinde bir şeyler, öfke yüzünden, kopmuyordu. Kalbi tıpkı bir kuşun ilk uçuş denemesinde heyecanlandığında çarptığı gibiydi. Peki ya Marq onu öfkeyle evden kovarsa? İşte o zaman ölürdü. Ondan uzak kalmaya dayanamazdı. Gözlerine tekrar yaşlar hücum etmeye başlamıştı, sinirleri laçkalaşmıştı iyice.
| |
| | | Marilou Sláine
Mesaj Sayısı : 209 Kan Durumu : Safkan.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Çarş. Mayıs 02, 2012 11:32 am | |
| | |
| | | G. Lúthien Quellina Seherbaz
Mesaj Sayısı : 2 Kan Durumu : Safkan
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Çarş. Mayıs 02, 2012 1:05 pm | |
| G. Lúthien Quellina 28 Çıkarları Seherbaz - RP Örneği:
Gecenin karanlığını delen ayak sesleri aceleci, bir o kadar da kendinden emin bir edayla genç kadına doğru yaklaşmaya devam ederken genç kadının yaptığı tek şey kıpırdaman beklemek olmuştu. Evet, en sonunda bulmuştu kim olduğunu, nereye ait olduğunu. İçindeki çatışmanın son kırıntılarını da silmişti tüm benliğinden. Geriye koskoca bir boşluk kalmıştı ona. Bu boşluk yüzünden bu kadar vurdumduymaz, bu kadar acımasız olmuştu bekli de. Belki de onun böyle olmasının tek nedeni damarlarındaki kötülüktü. Nedenlerle uğraşmayı uzun zaman önce bırakmıştı genç kadın. Kafasına koyduğunu yapıyordu, sadece yaşıyordu işte. Kendi kendisinin efendisiydi. İçindeki kötülüğü gizlemekten çekinmiyordu artık, gizlemediği gibi etrafına yaymaktan da çekinmeyen biri olmuştu. Esmeye başlayan rüzgâr yaslandığı ağacın dallarını sallarken sonbaharın habercisi olan sararmış birkaç yaprağın süzülerek yere düşüşünü izledi. Yaklaşan ayak sesleriyle eş zamanlı olarak genç kadın da ayağını yere vurmaya başlamıştı. Beklemekten nefret eden biri olarak yaklaşık on dakikadır burada beklemesi açıkçası tarihe geçmesi gereken bir olaydı. Bu kadar önemli olmasaydı çoktan gitmiş olurdu.
-Çok özür dilerim, Nemesis
Sesin sahibi iyice yaklaşıncaya kadar bekledi genç kadın; böylece hem yüzünü rahatlıkla görebilir hem de sesini duyurmak için ilaveten bir çaba harcamasına gerek kalmazdı. Adamın iki adım ötesinde durduğunu görünce oldukça sert bir yüz ifadesiyle konuşmaya başladı.
-On dakika önce burada olman gerekiyordu. -Evet, şey— -Tamam, sus! Saçma sapan nedenlerini dinleyerek daha fazla vakit kaybetmek istemiyorum. Biliyor musun? Seni şuracıkta öldürebilirim ama senin gibi, mmmm, tatlı birini öldürmeyi hiç istemem. Bir daha tekrarlama, bu sefer affetmem. -Emin olabilirsin.
Bir süre karşısında duran adamı süzdü dikkatle. Dağınık bıraktığı saçları alnına düşmüştü. Ay ışığında parıldayan mavi gözleri onun bakışlarına karşılık veriyordu. Büyük bir ihtimalle adam da onu süzüyordu. Omuzları geniş, vücut hatlarını ve tabii ki kaslarını sergilemesine yardımcı olan dar siyah tişörtü, oldukça seksi görünmesine neden oluyordu. Bu gece adam da onun gibi siyahlara bürünmeyi tercih etmişti anlaşılan. Bu genç adamı uzun süredir tanıyor olmasına rağmen şimdiye kadar bu kadar hoş, aslında seksi demek daha doğru olur, göründüğünü fark edememiş olduğu için küfretti kendine. Hiçbir şey için geç kalmış sayılmazdı. Elbette, onun da zamanı gelecekti ama şimdi değil, bu gece değil. Şimdiye kadar istediği diğer erkekler gibi bunun da onu reddedemeyeceğini biliyordu. Bu yüzden de acele etmesine gerek yoktu. Sessizliğin biraz fazla uzadığını düşünerek tekrar konuşmaya başladı. Bu defa her ne kadar ses tonu sert olsa da yüzü biraz yumuşamıştı.
-Bulabildin mi? -Evet, itiraf etmeliyim ki düşündüğümden daha kolay oldu. Kendini gizlemekte oldukça usta biri ama benden saklanabilecek kadar değil. İşte, burada yazıyor.
Pantolonunun cebinden çıkardığı özenle katlanmış kağıt parçasını kadına doğru uzattı. Durduğu yerden kolunu kaldırıp kağıdı almak varken, işleri biraz daha eğlenceli hale getirmek ve ileride pek uğraşmasına gerek kalmadan, sonraki planları için genç adamın hafızasında yer edinebilmek için aralarındaki mesafeyi çabucak kapattı genç kadın. Aralarında bir adımdan daha az bir mesafe kalıncaya kadar yaklaştı ve gözlerini adamınkilerden ayırmadan kâğıdı aldı. Katlanmış olan kağıdı açtıktan sonra hızla okudu.‘’Greenwood Meydanı, 17 Numara’’ Amacına bir adım daha yaklaşmış olmanın vermiş olduğu memnuniyetle dudakları bükülürken bakışlarını tekrar adama yöneltti. Kağıdı kat izlerine aldırmadan bir kere katladıktan sonra pantolonunun arka cebine koydu ve biraz daha yaklaşarak aralarındaki mesafeyi kapattı. Genç adamın bakışlarında uzun zamandır beklediği bir şeyin olmasıyla oluşan rahatlık bir anlık da olsa kendini belli etmiş ve bu genç kadının gözünden kaçmamıştı. Genç adamın rahatlığı şaşkınlık, panik ve heyecana dönüşürken kadının gülümsemesi iyice yüzüne yerleşmişti. Çabuk bitecekti, istediğini almak için uğraşması gerekmeyecekti. Nefesleri birbirine karışıyordu artık. Genç adamın kendine has kokusu ciğerlerine dolarken aklından bir sürü şey geçirmeye başlamıştı genç kadın, bir sonraki hamlesi ve daha da sonraları… Elini kaldırıp işaret parmağını genç adamın göğsünde usulca gezdirmeye başladıktan birkaç saniye sonra ancak genç adamın duyabileceği kadar alçak bir sesle konuşmaya başladı, az önceki sertliğinden eser kalmamıştı.
-İyi iş çıkardın, Acheron. Teşekkürler.
Tanıştıkları günden beri ilk kez ismiyle hitap etmişti ona. Şimdiye kadar genellikle ya isim kullanmadan, ya da abuk subuk lakaplarla hitap etmeyi tercih etmişti ama artık durum farklıydı.
-Önemli değil, Nemesis.
Oldukça cılız ve şaşkınlığını ele veren bir ses tonuyla cevap vermişti Acheron.Sesinin tam aksine; yüz ifadesi oldukça normal ve kendini kontrol etmeye çalıştığını belli eder nitelikteydi. Parmağının Üzerinde gezindiği kasları gerilmişti. Onu istiyordu, hem de delicesine ama kendini kontrol etmek için zorluyordu genç adam.‘’Ah, şu şapşal erkekler! Hemen de kanıyorlar. Fazla uzun sürmeyecek’’Vakit gelmişti, bunu hissedebiliyordu. Genç adam kendini kontrol etmekten vazgeçmiş, onu öpmek için hazırlanıyordu. Tahmini bir kez daha doğru çıkmıştı. Başı hafifçe yana bükülürken hafifçe kapattı o mavi gözlerini genç adam ve işte o anda eski haline dönüverdi. Nemesis. Hızla dönerken açık bıraktığı uzun dalgalı saçları Acherion’un yüzüne çarpmıştı. Aslına bakılırsa bu, kasıtlı olarak yaptığı bir şeydi. İki adım attıktan sonra tekrar genç adama döndü ve gözlerini tekrar onunkilere kilitledi. Yıllarca ona bakarak durabilirdi burada. Evet, o doğru kişiydi, bunu derinlerde bir yerde hissedebiliyordu. Sonunda bulmuştu kendi prensini. Annesinin sesi yankılandı kulaklarında: ‘’Zamanı gelince sen de kendi prensini bulacaksın Elbereth?! Tıpkı benim babanı bulduğum gibi…’’Doğru, bulmuştu prensini fakat bu prensin birazcık beklemesi gerekiyordu. Yeni bir sevgiliden önce yapması gerekenler vardı.
-Her neyse, gitmeliyim. Yeterince oyalandım zaten. – Peki.
Zorla çıkmış olan bu ‘’Peki’’ genç adamın hala şaşkın olduğunun en büyük kanıtıydı şüphesiz. Zorla çıkmış olsa da gayet kontrollü bir peki olmuştu. Şaşkınlığını ancak onu yıllardır tanıyan biri anlayabilirdi. Evet, şimdiye kadar hiç samimi olmamışlardı belki ama Nemesis karakter sentezini oldukça iyi yapan biriydi. Yüzünde kendinden emin, memnuniyetinin bir göstergesi olan tebessümle bir şey demeden arkasını dönüp yürümeye başladığında Acherion’un hala arkasından baktığını biliyordu. Kendininkilerin dışında ayak sesi duymadığı gibi genç adamın bakışlarını da üzerinde hissediyordu.
-Beni nasıl bulabileceğini biliyorsun, istediğin zaman--- -Evet evet, biliyorum. Tekrar görüşeceğimizden emin olabilirsin tatlı çocuk.
Durmadı, ne kadar istese de dönüp tekrar o gözlere bakmadan ilerledi. O bakışları, bu geceyi unutmayacaktı. Genç adamın da unutmayacağından emindi. Köşeyi dönerken istediği tek şey göz ucuyla dahi olsa onu tekrar görebilmekti; ama yapamazdı. O bu kadar zayıf biri değildi. Kuşkusuz, şu an için kendini kaptırması gereken en son konu buydu. Bunun farkına istemeyerek de olsa vardığında onunla ilgili tüm düşünceleri uzaklaştırdı zihninden. Yeni bir şeylere odaklanmaya çalışıyordu fakat düşünceleri sürekli olarak mavi bakışlarına kayıyordu. Evet, bunun başına bela olacağını bile bile aşık oluyordu. İki sokak ilerideki hana vardığı zaman lobide duran adam çoktan horlamaya başlamıştı bile. Otomatik adımlarla odasına, üst kattaki odasına çıktı. Arka cebindeki kağıdı yatağının yanındaki komidinin üzerine bıraktıktan sonra kıyafetlerini çıkarıp sandalyenin üzerine bıraktı. Pencereden içeri süzülen ay ışığında kusursuz vücudunun aynadaki yansımasına baktı bir süre. Aslında oldukça benziyordu Acherion’a. En azından bembeyaz teniyle zıtlık oluşturan simsiyah dalgalı saçları ve mavi gözleri benzediklerini düşünmesi için yeterli olmuştu. Düşünceleri uzaklaştırmak istercesine gözlerini kapattı ve başını hafifçe iki yana salladı. Gözlerini tekrar açtığında o aşk sarhoşu kadın kaybolmuş yerine eski Nemesis gelmişti. Gözlerinde kin ve nefretin vermiş olduğu bir karanlık, yüzünde acımasız bir ifade vardı artık. Uzun zamandır görüyordu bu kadını. Her aynaya baktığında bu nefret dolu bakışlar karşılıyordu onu. Nemesis ismini o takmıştı kendine. Gözlerindeki karanlığı öne sürse de içindeki o karanlık boşluğa, ettiği intikam yeminine vermişti bu adı. Yatağının üzerinde duran ipek geceliğini bir çırpıda giydikten sonra tekrar komidinin yanına gitti ve kağıdı bir kez daha eline alıp dikkatlice okudu. Unutmayacağından emin olduğu bu adres onun son durağıydı. Yıllardır uğraştığı şeyin biteceği yerdi. Kağıdı tekrar yerine bırakırken histerik bir kahkaha delip geçti geceyi. Memnundu, hem de çok… Yatağına uzandı, ellerini başının altında birleştirip bir kahkaha daha attı. Güneş yavaş yavaş kendini göstermeye başlarken içeri sızan ışık biraz daha güçlenmişti. Etrafındaki eşyaları rahatlıkla görebiliyordu artık; fakat baktığı tek bir yer vardı; hemen yatağının üstünde tavana yapıştırmış olduğu düzinelerce fotoğraf…
-Ah, çok yazık. Diğerleri gibi senin de sıran geldi.
Yıllar önce tüm ailesini kaybettiği zaman ettiği intikam yemininin son üyesindeydi, artık sıra. Hayatını zindana çeviren bu adamlardan acımadan almıştı intikamını. Birer birer silmişti yedi kişiden altısını. Basit bir öldürme değildi bu. Tıpkı ona yaptıkları gibi ilk önce ailelerini öldürmüştü gözlerinin önünde. Sebebe ihtiyacı yoktu, onlar bütün yakınlarını birer birer öldürürken hiçbir açıklama yapmamışlardı veyahut acımasına gerek yoktu, onlar da acımamıştı. Bu yedi kişi bütün hayatını altüst etmişti bir hiç uğruna. Gerçekten bir hiç uğruna… Babasının arkadaşları yapmıştı bunu. Sebebini öğrenmek istemiyordu artık: sebebini biliyor olmak ne kaybettiklerini geri verebilirdi ne de onları bağışlamasına yeterdi. Yakınlarını teker teker öldürdükten sonra tıpkı ona yaptıkları gibi bir müddet işkence etmişti ve eğer şans eseri kurtulup, kaçmasaydı ona yapacakları gibi öldürmüştü. Nihayet sıra sonuncuda, bu grubun başındaydı. Uykusuna dalmadan önce düşündüğü tek bir şey vardı, birkaç gece sonra o adreste yaşanacaklar. Eğleneceğine hiç şüphe yoktu ve işte ancak o zaman özgür kalabilirdi, Nemesis.
-Az kaldı, çok az…
| |
| | | Bjørn Devereaux Ravenclaw VI. Sınıf, Sınıf Başkanı
Mesaj Sayısı : 1279 Kan Durumu : Safkan. Özel Yetenek : Meta.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Çarş. Mayıs 02, 2012 1:15 pm | |
| Başvurunuz onaylanmıştır. Rütbeniz veriliyor. | |
| | | Dexter J. Mabelle Unutturma Dairesi Başkanı
Mesaj Sayısı : 26 Kan Durumu : Bulanık Rp Partneri : Dantes.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Perş. Mayıs 03, 2012 2:28 pm | |
| Dexter J. Mabelle 30 İyi olan kazansın. Unutturma Dairesi Başkanı, kullanıcı rütbe değiştirmiş, o kadro boşta sanırım. Örnek rp için bknz Jeanne Boucher. İki üstümde örnek rp vermiştim. | |
| | | Marilou Sláine
Mesaj Sayısı : 209 Kan Durumu : Safkan.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Perş. Mayıs 03, 2012 3:13 pm | |
| | |
| | | Joshua Hefner Seherbaz
Mesaj Sayısı : 2 Kan Durumu : 0 RH-
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Ptsi Mayıs 07, 2012 4:52 pm | |
| Ad ve Soyad: Joshua Hefner Yaş: 27 Tarafı: Aydınlık İstenilen Rütbe: Seherbaz RP Örneği: - Spoiler:
Sonunda İngiltere'deyim. Yıllardan sonra ilk defa geliyorum bu ülkeye ve değişen onca yaşam hikayesinden sonra değişmeden kalabilen tek şey, Yağmurlu Londra Sokakları. Kardeşim bu yerin nesini seviyor anlayamıyorum. İngilizlerin en güzel gelenekleri veya en güzel huyları sürekli bira içmeleri bana göre. Fransızların şarap tutkuları beni bir gurme olmaya sürükledi desem hiçte yalan olmazdı bu. Ailemin 'Asil Fransız' fikri ve ona uygun yaşam tarzları beni de etkiledi haliyle. Fransızlar şarap içerler ve bunu her yerde belli etmekte üstlerine yoktur. Bir yandan Rémi'nin İngiltere'ye neden geldiğini anlayabiliyorum bu sokaklarda dolaştıkça ama aklımı kurcalayan, içimi kemiren bu soruyu kendime sormadan yapamıyorum. Evlatlık verilmeseydi ve bir LeFebvre olarak büyüseydi, kardeşim olarak bunları yinede yapar mıydı? Bana kalsa hiçbir zaman ayrılmamalıydık, kardeşim olmadan büyüdüm ve bunun eksikliğini hiç hissetmedim şimdiye kadar. Annemizin bana ölürken verdiği sır hayatımı altüst etmişti, âdeta yıkılmıştım. Kendimi içkiye, sigaraya ve hovardalığa vermiştim. Aslında bunları yapmayabilirdim, Rémi gibi hayatıma devam edebilirdim. Yapamadım. Bir kardeşim olduğu gerçeğini kendimden saklayamadım, için için beni yiyen bu duyguyu dizginleyemedim. Bu yüzden her gece başka birisiyle, başka yerlerde eğleniyordum. Eski Syl yoktu artık, kendi için yaşayan ve kendi hayatını, unvanını düşünen. Eski Syl'i ben bile unutmuştum, nasıl biriydi? Kendi hayatımı ikiye ayırmıştım o günden sonra. Rémi'den Önce ve Rémi'den Sonra. Kelime olarak birbirine benzeyebilirler ama asıl ifade ettiği şeyler o kadar farklılar ki benim için. Yinede kendimi biraz olsun toparlamıştım, Rémi'yi öğrenişim ardından Lyz ile olan birlikteliğimizin sona ermesi, üst üste gelen iki darbeyi birden kaldırmam zor olmuştu haliyle, fakat üstesinden gelebileceğimi biliyordum ve öylede oldu. Artık daha farklı bir Syl var. Ne eski Sylvian kaldı ne de yeni Sylvian, artık bambaşka bir Sylvian olarak karşısındayım herkesin. Yeni halim Rémi'ye uygun değil ama üvey kardeşi Austen'e uygun ve beni düğüne davet edende o. Rémi beni düğüne bile davet etmedi, üvey kardeşinden öğreniyorum bunu. Ne kadar onur kırıcı olduğunu tahmin bile edemiyorum. Kardeşim olması bir yana bir zamanlar en iyi arkadaşım ve çocukluğumun beraber geçtiği kişiydi o. Gelmemi istemeyebilir fakat davet etmemesi kendimi kötü hissettiriyordu. Austen düğünden bahsettiğinde gidip gitmemek arasında kararsız kalmıştım ama sonra gitmem gerektiğini anladım. Beni kardeşimle bağlayacak ve onun bana alışmasına, bana baktığı her an yüzümde kendini görmesine ihtiyacım vardı. Böyle yapmalıydım, Rémi'nin verdiği kararı uygulamak sadece birbirimizden uzaklaşmamıza neden olurdu. Bir kere onu kaybettim, ailemin yalanlarıyla kendi kanımdan olan ikizimden uzak büyüdüm. Farklı dünyalarda yetiştik. Onun farklı bir hayatı, benim farklı bir hayatım oldu ama bundan sonra her şey farklı olacak umuduyla adım attım İngiltere'ye ve Rémi ile aile bağımı kurmadan dönmeye hiç niyetli değilim.
Bu düşüncelerle yürüdüğüm Londra'nın ıslak sokakları bitmek bilmeyen uzunluktaydı. Austen ile buluşma saatimin geldiği dikkatimi çekmiyor değildi. Onunla yüz yüze ilk konuşmamız olacaktı, aslında çok samimiydik birbirimizle. Muhabbetleri hoşuma gidiyordu ve doyum olmaz sohbetlerimizi hatırladıkça gülümsüyordum. Austen ile buluşmamız için olduğundan fazla heyecanlıydım. Nedendir bilinmez ama Austen'e kanım kaynamıştı. Beni İngiltere'ye davet etmesi ve düğünden haberdar etmesi bunun bir nedeni olabilir aslında. Yaşı ufak olmasına rağmen Hogwarts'da Profesör olabilmişti. Ayrıca huylarının bana benzemesi de bana göre bir artı yönüydü. Bu sıcak davetinden dolayı ona teşekkür etmeyi unutmamalıyım, söylediği yerin nerede olduğuna dair bir fikrim yok aslında ama bulamayacak kadar zor bir yer söylememiştir herhalde. Çocukluğumdan beri ilk defa Londra'ya geldiğimi söylemişimdir umarım yoksa daha çok arayacağım söylediği yeri. Austen ile son konuşmamızda kızlarla arası kötüydü benim ise kızlarla aram doğduğum günden beri güzel gidiyor. İngiltere'ye gelişimin asıl sebebi düğün gibi görünüyor ama arkasında yatan çok sebep var. Öncelikle bu gece yürüyemeyecek kadar sarhoş olmak gibi bir planım var, ardından güzel hanımefendiler ile geçirecek hoş saatlerimiz ve sabahında ise güzel bir İngiliz kahvaltısı bizi bekliyor. Austen için bir iki tane hoş sürpriz bulmalıyım, onu mutlu edecek türden şeylerin ne olduğunu kafamda canlandırabiliyorum. Çılgın eğlence benim yaşam felsefem gibi bir şey olmuştu son zamanlarda ve Austen böyle insanları sevdiğinden olsa gerek aramız muhteşem şekilde iyiydi. Bu gece bizim için felekten bir gece olacaktı ve benim için ise yarına yönelik stresimi atma yolum.
Uzun bir düşünce harbinden sonra Londra'nın köhne ve pis kokan sokaklarında olduğumu fark ettim, Austen'in bahsettiği türden bir yerdi. Gözlerimle sokağı süzüyordum ama söylediği yere benzer bir şey göremiyordum. Çok aramış olsa gerek bu yeri, bu kadar bulunamaz bir yerde olduğuna göre. Nasıl yerlerde içiyorsun sen be çocuk! Nezih ve güzel kızların olacağı bir yer daha tatmin edici olurdu sanki. İlk günden Austen'in tercihlerinden şüphe etmeye başladım ve bir daha dışarı çıkacağımız zaman mekan seçimini yapmam gerektiğini anlamıştım. En sonunda gözüme ilişen 'Pub' tabelasını görüp burası olabileceğini düşündüm. Kapıyı araladığımda içeride oturan on yirmi erkeğin bana doğru çevrilen bakışlarıyla kapıyı tekrar kapatmalıyım diye aklımdan geçmedi değil. Burası doğru mekanmış gibi bir histe vardı içimde, kapıdan içeri girip bar kısmına oturdum. Gözlerimle içerideki insanları süzüyordum ama Austen'i göremedim. Ufak bir içkiyle açılışı yapmayı seçtim ve barmene dönüp ''Bir bira alabilir miyim?'' dedim. Barmen içkimi verdiğinde ufak yudumlarla televizyondaki muggle programına bakıyordum. Televizyonda gördüğüm şeyi tanımıştım, futbol. Mugglelar bu spora bayılıyordu hatırladığım kadarıyla ve Quidditch'ten daha fazla hayranı olduğunu biliyordum. Biramdan ufak bir yudum daha alıp etraftaki insanları izlemeye devam ettim ama hiç kadın görememiştim şimdiye kadar. İngiltere tamamen böyle miydi? Yoksa sadece bu ara sokaktaki barlar mı böyleydi? Bunu anlamaya çalışırken uzunca bir vakit geçmiş olmalı ki biranın bittiğini fark edememiştim. Barmenden bir bira daha istedim ve yarın düğünde ne diyeceklerim konusunda düşünmeye başlamam lazımdı. Rémi'nin karşısına çıkıp ben geldim bakışıyla her şeyin normale döneceğini sanmıyorum. Güzel bir konuşma yapmam lazım ve onda iyi bir izlenim bırakmalıyım. Rémi ile konuşmadan içki içmeyeceğim ve kızlarla fazla konuşmayacağım ki laubali davranışlarımı görüp benden utanmasın. Beni görünce ki yüz halini kafamda canlandıramıyorum fakat hiçte mutlu bir hal alacağını da düşünmüyorum. Kendisi davet etmediği halde düğününe gelmiştim ve bu onu hiç mutlu etmeyecekti. En mutlu gününde onu şoka uğratmak benimde içime sinmiyor fakat ikizimin düğününde orada olamamak beni gerçekten incitirdi ve böyle bir şey olmasın diye kalkıp geldim. Bunu Austen'e borçluyum ve onun bana yaptığı iyiliği karşılıksız bırakmamalıyım. Rémi ile görüşmemi sağlayacak olan kişiye bunu borçluydum. Yarın her şey birdenbire normale dönmeyecekti ama en azından bir adım atmış olacaktık. Güzel günler için bir adım. Biz ikiziz ve bu dünyada ki hiçbir şey bunu değiştiremez. Rémi ile konuşmamı Austen'e sorabilirim onca yıldır kardeşi olan o ben değilim. Benden daha iyi tanıyor onu ve bana yardım etmeyi seviyor, bu konuda yanımda olacağından eminim. Onun gelmesini beklemek daha mantıklı olur ve güzel bir konuşmayı beraber düşünürüz. Muggle gibi davranıp futbol izlemek ve bu lezzetli İngiliz birasının keyfini çıkararak Austen'i beklemeye devam etmeliyim. Umarım geç kalmak gibi bir huyu yoktur.
| |
| | | Marilou Sláine
Mesaj Sayısı : 209 Kan Durumu : Safkan.
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Ptsi Mayıs 07, 2012 5:14 pm | |
| | |
| | | Félix Loreille Sihirsel Yasal Yaptırım Dairesi Çalışanı
Mesaj Sayısı : 5 Kan Durumu : Safkan Rp Partneri : Lysander Morpheus Yaş : 30
| Konu: Geri: Sihir Bakanlığı Alımları. Cuma Mayıs 18, 2012 5:56 pm | |
| Félix Beaumont
28
Şimdilik tarafı gizli tutuyorum.
Sihirsel Yasal Yaptırım Dairesi Çalışanı
- Spoiler:
Bıçak kadar keskin olan sessizlikte boğuk bir "şak" sesi yankılandı. Gecenin bu saatinde boş olan Atriyum'da yaldızlı şöminelerin birinde bir kadın bedeni var oldu aniden. Beline kadar uzanan dalgalı, siyah saçlarını omuzlarının hizasında toplamış; hoş bir görüntü yaratmıştı. Tek parça, belden oturtmalı, koyu krem rengi resmi cüppesinin üzerinde sadece ince, altın bir kemer ve bembeyaz boynuna küçük yakutlarla süslü altından bir gerdanlık takmıştı. Koyu renk ahşap döşemesi cilalanmış uzun koridora adımını attığında Atriyum'dan yansıyan ışık masmavi gözlerini aydınlattı. Adımlarından oluşan ritmik seslerin eşliğinde yürürken bakışları boştu...
İşten ayrılmış eski bir okul arkadaşı ile görüşmek üzere Diagon Yolu'na gitmişti ki şu an bu yaptığından pişmanlık duymuyor değildi. Oturmuş bir şeyler içerken ve içkinin vazgeçilmez arkadaşı olan okul anılarından bahsediyorlardı. Elbette Alice her şeyi hatırlıyordu ve haberleri de duymuştu. Onunla birlikte Bakanlık'ta çalıştığının haberini de almıştı elbette ki. Sonra lafı dolandırıp o günlere ve ardından Eugéne'e getirdi. O zamanları hatırlamak içinde bir yerlerdeki kurduğu duvarları temellerinden sarstı. Yüzüne sahte bir gülüş ekleyip Alice'in dediklerini dinlemeye devam etti ve dinlediğini belli etmek için kafasını doğru yerlerde sallamaya dikkat etmeye çalıştı. Konunun kapatılmasının ardından biraz daha oyalanıp Alice'e vedalaşarak ayağa kalktı. Diagon Yolu boyunca hızlı adımlarla ilerlerken eve gitmekten vaz geçmek zorunda kaldı. Yarına yetiştirmesi gereken bazı raporlar olduğunu hatırlayarak boğuk bir "pop" sesiyle birlikte oldu yerde döndü.
İşte şimdi bu uzun Bakanlık koridorunda yavaşça yürüyen Cara geçmiş okul yıllarını düşünüyor ve düşüncelerinin doldurduğu gözleri boş gözüküyordu. Her gün gördüğü koridora bakmıyordu bile, oldukça tanıdıktı her şey. Sihirli Kardeşler Fıskiyesi'ne yaklaştığında istemsiz olarak başını kaldırıp odasının camına baktı. Ufak bir şok yüzünden bir an donakaldı ve diğer camları süzdü ve başka hiçbirinde ışık olmadığından emin oldu. Odadakinin o olması imkansızdı. Herkesin evine gittiği bir saatte çalışmak bir yana, işi başkasına yaptırabiliyorsa kendisi yapmayı tercih etmezdi bile. Bir terslik olduğu belliydi. Adımlarını hızlandırıp altından dev fıskiyeyi geçti. Belki acelesi olmasa genellikle yaptığı gibi suyun akışını, görkemli büyücü ve cadıyla birlikte cincüce ve evcinini izleyebilirdi ama bakmadı bile.
Koridor boyunca hızla yürümeye devam etti ve daha küçük bir bölmeye geçip görkemli altın asansörlerle karşı karşıya geldi. Tam karşısındakilerden birine yönelip rastgele bir tanesine bindi ve yukarı tuşuna bastı. O tanıdık kadın sesi her zamanki şeyleri tekrarlıyordu: "Yedinci Kat, Sihirli Oyunlar ve Sporlar Dairesi; Biritanya ve İrlanda Quidditch Ligi Karargâhı, Resmi Tükürenbilye Kulübü ve Saçmasapan Patentler Bürosu buradadır." Asansör kapıları açıldı ve Cara hemen dışarı atıldı. O kadar hızlı yürüyordu ki; çeşitli Quidditch takımlarının posterlerinin asılı olduğu, karşılıklı iki sıra boyunca kapıların bulunduğu aydınlık koridorda ilerlerken gözüne ay ışığının sızdığı camlar siyah lekeler gibi görünüyordu. İlerkedikçe kulağına hafif bir müzik sesi gelmeye başlamıştı. Biraz gittikten sonra bir kapının önünde durdu. Buraya o kadar az geliyordu ki emin olmak için kapının sağındaki küçük tabelaya bakması gerekiyordu.
"Eugéne Moreau/ Sihirli Oyunlar ve Sporlar Dairesi Başkanı"
Kapının kolunu tuttu ve içerideki yabancıyı görmek için kapıya vurma gereği duymadan çevirip içeri girdi. Görmeyi beklediği kişi yoktu karşısında. Hatta görmeyi en son umduğu kişi karşısında duruyordu. Aynı binada çalışmalarına rağmen mümkün oldukça az görmeye çalıştığı hatta hiç konuşmadığı, daireler arası bir konu olduğunda bile karşılıklı iletişim kurmak yerine yazışmayı tercih ettiği kişi...
Beklediği bir kişiyle karşılaşmaması gibi beklediği bir durumla da karşılaşmamıştı Cara. İzinsiz bir giriş bekliyordu, hatta belki bir hırsızlık ama o duruyordu karşısında. Masasına oturmuş, Cara'nın antika olduğunu düşündüğü eski bir gramafona okul zamanlarındaki şarkılardan birinin plağını takmıştı ve elinde içinde dumanların tüttüğü, alev gibi kırmızı bir içkinin bulunduğu kadehi tutuyordu. Eskisi kadar -hatta belki de daha fazla- yakışıklıydı. Yakışıklı mıydı? Evet, yakışıklıydı ama bunun artık bir önemi yoktu ve düşünmemeliydi. Şimdi elinde bir koz vardı ve bu kozu ona -bu şirin yüze karşı nasıl yapacağını pek bilemese de- bağırmak için kullanacaktı. Bir eli hala kapı kolunda konuşmaya başladı.
"Ne yapıyorsun burada? Hem de sen! Mesai saatleri dışında ofisinde!" Aslında ne yaptığı gayet açıktı ama yine de sorgulamak amacıyla bu soruları sorması gerektiğini düşünüyordu. Ne kadar da tatlı gözüküyordu? "Yaptığın şeyin yasak olduğunun farkında mısın? Ofisinde, üstelik mesai saatleri dışında, oturmuş Ateşviskisi içiyorsun." Biraz önce düşündükleri ve şu anda karşı karşıya kaldıkları birbirine karıştı ve öylece devam etti. "Her zaman böyleydin: Umursamaz! Kural yıkıcı! Sadakatsiz!" Gittikçe sesi yükselmişti ve sonunda neredeyse bağırıyordu. Sonra kendi sesi, kendine gelmesine sağladı. Düşünceleri tekrar toparladı ve sözlerini havada asılı kalan bir cümleyle tamamladı. Ses tonu oldukça kinliydi ama doğru tondaydı. Adını tekrar ağzına almakta biraz zorlandı ama yapabildi.
"Tek bir sebep Eu-Eugéne, seni şikayet etmemem için tek bir iyi ya da mantıklı sebep söyle!.."
| |
| | | | Sihir Bakanlığı Alımları. | |
|
Similar topics | |
|
Similar topics | |
| |
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|