A. Kyndra Bianchett Ravenclaw V. Sınıf
Mesaj Sayısı : 66 Kan Durumu : Melez Rp Partneri : Henüz yok
| Konu: A. Kyndra Bianchett Perş. Tem. 05, 2012 2:29 pm | |
| Ad ve Soyad: A. Kyndra Bianchett Kişisel Özellikleri: Öncelikle iyi bir gözlemcidir Kyndra. İnsanların yüzlerini algılayamıyor oluşu, onlar hakkında ayırt edici başka bilgiler toplamaya itmiştir onu. Konuşmaları, yürüyüşleri ve hatta nefes alıp verişleri bile aklındadır hep. Dolayısıyla da kuvvetli bir hafızası vardır. Kendisine söylenilen en ufak bir şeyi bile unutmaz. Onun için affetmek imkansız olmasa da oldukça güçtür. Bunların dışında mükemmelliyetçidir, takım çalışmasını sevmez çünkü en iyisini kendisinin bildiğinden emin olduğu için kimseyi ayak altında istemez. Bunu açıkça söylemektense bahane bulmayı tercih eder. Başkalarını kırmamaya özen gösterir. Yine de kendisine davranıldığı gibi karşılık verdiği için, terslenmeye tahammül edemez. Çoğu kişi onun kibirli olduğunu sanır, oysa sadece kendine güvenmektedir. Yıllar boyunca zekası ile iç güdülerini birleştirmeyi başarmıştır, nadiren yanılır. Elbette ki bunun sonucu olarak yanlış yapamayacağını düşünmektedir. Zaten bir şeyin sonucunu kesin bilmiyorsa o işe kolay kolay bulaşmaz. Örnek Rp:- Spoiler:
Ben yaratığın tavuğa dönüşmesini beklerken birden bire kül olup havaya karışmıştı. Şimdi onun durduğu yerde bir sandık duruyordu. Açmaya korkuyordum çünkü bu turnuvada ne kurallar ne de tedbirler var gibiydi. Sahi, burada, yerin kat kat altında yaralansam kurtarmaya gelirler miydi? Alt dudağımı ısırarak sandığa bir süre baktıktan sonra sabırsız adımlarla yanına gittim. Taşların üzerinde diz çöktüm ve sandığın ağır kapağını kaldırdım. Gözüme ilk çarpan şey elbette ki parşömen olmuştu, kenarına iliştirilmiş sarı parçayı parşömeni alırken düşürene kadar fark etmemiştim. Üzerinde çok durmadım, önce kıvrımlı yazıları okuyordum. Heyecan tüm bedenimi sarmıştı, hatta ne yaptığımın farkında değil gibiydim. Mesela yazıları yüksek sesle okuduğumu tünelde yankılanan sesimi duymasam fark etmezdim.
Elimden geldiği kadar hızlı bir şekilde okurken yüzümdeki ifade donuk olsa da dudaklarım aşağı doğru gözle görülür şekilde kıvrılmıştı. Öncelikle yendiğim canavardan daha zor bir görev hayal edemiyor, zaten etmek de istemiyordum. İkincisi, kendi yaptığım iksire ve büyüye güvenemiyordum. Her zaman hesaplanmayan sonuçlar ortaya çıkabilirdi. Sabit kalmayan her koşul bir değişiklik yaratabilecek güçtedir. Belki de iksirin yapıldığı alandaki oksijen moleküllerinin yoğunluğu bile etkiliyordur, kim bilir? Ancak her zaman olduğum gibi iyimser olmak zorundaydım şimdi. Aklım bir an için öteki üç öğrenciye gitse de üzerinde durmadım. Kendime odaklanmalıydım, düşüncelerim tek bir yerde olmalıydı.
Sandığın içine düşen sarı parçayı ve parşömeni aldıktan sonra atların yanına döndüm ve at arabasına bindim. Bir süre daha engebeli yolda ilerledikten sonra, ne olduğunu anlamaya çalıştığım sarı parçanın yere düşmesiyle durdurdum atları. Hızla indikten sonra üzeri biraz kirlenmiş olan parçayı almak için arabadan uzaklaştım, geldiğimiz yöne doğru bir kaç adım attım sadece. Tünelde yankılandığı için sanki her yerden geliyormuş gibiydi duyduğum kişnemeler. Hızla başımı çevirdim ve son sürat koşan hayvanları gördüm. Bu girintili çıkıntılı yol onları engellemiyormuş gibi hızla gidiyorlardı. "Durun!" diye seslendim arkalarından durmayacaklarını bile bile. Onlar taş duvarı yıkarak geçtiklerinde ise gözlerim irileşmiş, geride bıraktıkları deliğe odaklanmışlardı. Az önce yaratığın pençesiyle ağır yaralanan bir hayvanın bunu yapabileceği aklıma hiç gelmezdi ancak buradaki bütün olay da buydu zaten. Aklıma gelmeyen her şey başıma geliyordu. Acaba bunu daha önce anlamalı ve ona göre mi turnuvada mücadele etmeliydim? Normalde mümkün olmayan şeyleri yaparak mı? Kendi kendime sırıttım. O zaman Ravenclaw öğrencisinin hiç şansı yok.
Önce ne zaman etrafa saçıldıklarını anlamadığım malzemeleri toparladım. Neyse ki hiç biri zarar görmemişti. Ardından kucağımda onlar, tünelin duvarındaki koca deliğin içinden geçtim. Deminden beri kurtulmak istediğim yerden çok daha kötü durumdaydı. Sıcak bir hava akımı vardı ve attığım her adımda ayağım zemine gömülüyordu. Ellerimi boşaltmak ve bir an önce iksire başlamak için boş alanın ilerisindeki masaya doğru ilerledim. Bulduğum ilk boş yere parşömeni, sarı parçayı ve öteki eşyalarımı koyup derin bir nefes aldım. Uzun sarı saçlarım beni boğuyordu, bu yüzden onları da yukarıda topladıktan sonra üzerimdeki uzun üniformayı çıkarıp kirlenmesine aldırış etmeden bulabildiğim ilk boşluğa bıraktım. Yakamı da biraz açtıktan sonra rahat bir nefes aldım.
Parşömeni aralayıp iksirin yapımını okurken, bu sefer görevimin bir kısmını da olsa bildiğim için şükrediyordum. Bilinmezliğin ortasında kendi düşüncelerim ve sorularımla boğuşmaktansa bir şeyleri kitabına göre yapmayı tercih ederdim. İksire başlamadan önce çalışacağım ortamı toplamaya karar verdim. İç içe girmiş hayvan parçalarını ayırdım ve birbiriyle karışan bitkileri renklerine göre gruplandırarak masaya dizdim. Her şey bittikten sonra birbirine kaynatılmış demir parçalardan yapılan yüksekliği önüme çektim. Üzerine geniş dipli, ince boyunlu bir beher yerleştirdim, çıkan gaz böylece rahatça dağılamıyor ve az bir miktarda olsa iksirin içine çöküyordu yine. Loğusa Otu aramaya başladım hızla, yukarıdakilere göre fazla yavaştım ve ben yukarıda yaşamaya alışmıştım. Bu da kendimi yavaş görmeme neden oluyordu. Bu otu bulmak bir çoğundan daha zordu çünkü mevsimine göre farklı renkte çiçekler açardı. Değişmeyen tek özelliğiyse kalbi andıran yapraklarıydı. Çok vakit kaybetmeden onu bulmuştum. Köklerini koparıp elimle bir kaç küçük parçaya böldükten sonra beherin içine attım. Asamı elime alıp köklere doğrulttum ve "Relashio!" dedim, böylece suyun kaynamasıyla vakit kaybetmeyecektim. Otun kökleri kaynayıp macunumsu kıvama gelirken, ahşaptan yapılmış çukur bir kabı çektim önüme. Parşömende "sıçan gözü" olarak geçen şeyin mecaz olmasını umuyordum, ya da bir bitkinin adı olabilirdi. Ancak küçük yuvarlakların doldurulduğu cam kavanozu görünce yanıldığımı anlamıştım. Suratımı asarak bir kaç tanesini kaba koydum ve yerden bir taş aldım. Büyük bir taştı, neredeyse avucuma sığmıyordu ama böylesini tercih ederdim, tek seferde bu eziyet biterdi. Taşın üzerindeki çamuru üzerime sildim ve sıçan gözlerinin üzerine vurmaya başladım onunla. Sonunda yeterli olduğunu düşündüğümde, bıçağa benzer bir şeyin yardımıyla kaptan sıvadım ve beherin içine attım. Yeni oluşmuş macun ile temas ettiği anda yayılan kötü koku tarif edilmesi imkansızdı. Yanmasını önlemek için biraz daha su ekledim. Parşömene baktım tekrar, neler yapacağımı hatırlamak için. Şimdilik yapacak bir şeyim yok gibiydi, işte aklımı boşalttığım bu sırada karnımdaki açlığı fark etmiştim.
Çaresizlikle başımı kaldırdım ve etrafıma bakındım. Buraya bir yerlere benim için yiyecek bırakmışlar mıydı? Safça bir soruydu, elbette ki hayır. Yine kendi başıma halletmek zorundaydım. Neyse ki bir fikrim vardı. Pek iştah açıcı olmayan bir öğündü ancak elde etmesi kolay ve çabuktu. Pek acelem yoktu gerçi ama yetiştirmeye çalışmaktansa boş beklemeyi tercih ederdim. Asamı da yanıma alarak kenardaki taş yığınına gittim ve üzerilerine oturdum. Asamı yere doğrultup tereddütle büyüyü iki dudağım arasından çıkardım. "Serpensortia." Hiç bir zaman işime yarayacağını düşündüğüm bir büyü değildi ancak Mugglelar ile birlikte yaşarken ormanda kaybolmuş ve bileğini kırmış bir kadının yılan yiyerek hayatta kalmasını da kapsayan bir kitap okumuştum. Duyduğum tıslamayla başımı eğdim ve bana doğru sinsice ilerlemekte olan yılanı gördüm. Bir büyü daha, "Dawod!" ve işte. Yılanın başı gövdesinden ayrı bir şekilde yatıyordu. Hafifçe ileri doğru eğilerek kaygan gövdesini kavradım ve derisini çıplak ellerimle yüzmeye başladım. Bir kız için yapılması zor bir şeydi ancak bakmadığınızda sorun olmuyordu. Kabuklu deniz mahsüllerinden biriymiş gibi davranabilirdim mesela. Yılanın bembeyaz etlerini kemiklerinden ayırdım ve yere dizdim hepsini. Asamı doğrulttum. "İncendio!" Büyük bir hızla oluşan ve yine çabucak dağılan alevlerin ardından, artık kahverengileşmiş etleri aldım ve bir bir ağzıma atmaya başladım. Tek bir yılandan ne kadar et çıkabileceğini bilseniz şaşırırdınız.
Burnuma dolan bir başka yanık kokusuyla ayağa fırladım ve bata çıka, iksirin bir bölümünü kaynattığım masanın başına geçtim. Henüz olmamalıydı, fazla çabuk kaynamıştı ve bunun nedenini bilmiyordum ancak sorun olmayacağını umuyordum. Beheri dikkatlice en ucundan kavradıktan sonra zaten neredeyse tamamen buharlaşmış olan suyu yere döktüm ve geride kalanları alanın ortasındaki kazanın içine boşalttım. Geriye kalan çok şey yoktu, fazla karmaşık bir iksir değildi ancak nadir bulunan ve ayırt edilmesi güç bitkiler gerekiyordu. Bazılarının da ölçüsü ayarlanmadığında ölümcül sonuçlara yol açabiliyordu, mesela şimdi bulmam gereken Güzelavrat Otu. Küçük siyah meyvelerinin içinde zehirli bir madde vardı, iksire fazla koyarsam kalbimi yavaşlatırdı ve elimdeki bitkilerle kendimi kurtaramayacağımdan emindim. Otu bulmam zor olmamıştı, zaten tek siyah meyveli bitki oydu. Ancak her meyvesinin birbirinden büyük oluşu aklımı karıştırmış, ter içinde kalmama sebep olmuştu. Yine dudağımı ısırıyordum. Parmaklarımı çıtlattım ve aşırıya kaçmadığımı umarak bir tane küçük, bir tane büyük ve iki tane de orta boylardan kopardım. Kazanın başına gidip meyveleri sırayla elimde sıktım, böylece içindeki antropini iksire katabilmiştim. Damlaların düştüğü yerler biraz beyazlamıştı, bu da ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu.
Üzerinde fazla durmadan malzemelerin yanına gittim, tekrar. Hava yavaş yavaş soğumaya başlamıştı, üzerime üniformamı aldım ve yakamı biraz kapadım. Ardından parşömendeki bir sonraki malzemeyi aramaya başladım, Darifülfül gibi saçma bir isme sahipti. Esmer renkli çiçekleri vardı, bu da çoğu bitkiden ayrılmasına yardımcı oluyordu. Yine de üç ya da dört seçeneğim vardı ve bunlardan bir tanesinin zehirli olduğuna emindim. Muggleların baharat olarak kullandığını biliyordum bu bitkiyi, acı bir tadı vardı ve büyük bir ihtimalle de keskin bir kokusu. Elime bir demet alıp dikkatlice kokladım, bu değildi. İkincide de yanılmıştım. Ancak üçüncüyü kokladığımda genzime dolan keskin koku, doğrusunun bu olduğunu haykırıyordu. Meyvelerinden bir kaç tane kopardım ve az önce sıçan gözü ezdiğim kaba koydum. Yine aynı taşla meyveleri ufaladım ve üzerine bir damla yaban domuzu kanı damlattıktan sonra parmağımla karıştırdım. Henüz kazana koymam gerekmiyordu, bu yüzden masanın ucuna koydum ve elimi düzgün formlu bir behere uzattım. Nasıl olduğunu anlamamıştım ancak elimden kayıp yere düşmüş ve küçücük parçalara ayrılmıştı. Başka bir beher kullanabilir miydim yoksa buna mı ihtiyacım vardı? İksirin tarifine baktım bunun sorun olmamasını umarak. Yanılmıştım, bu şarttı. Asamı kırıklara doğrulttum ve bir şeyler düşündüm, bazen kendi kendime mırıldanıyordum. Pekala, bunu deneyelim bakalım. "Reparo!" Yavaş yavaş titreşmeye başlayan cam parçaları çok geçmeden bir araya gelmiş, parlak bir ışık çıkararak birleşmişlerdi. Yüzümde kendimden emin bir gülümseme yerleştirip eğildim ve beheri dikkatlice kavradım. Demir yüksekliğin üzerine koyduktan sonra altında ufak bir ateş yaktım ve beheri yerleştirdim. Çok sağlam durmuyordu, biraz sallanıyordu ancak başka çarem yoktu. İçine kertenkele tükürüğü, kelebek kanadı ve ufacık parçalara ayrılmış Oğulotu yaprakları koydum. Şimdi bunun bir süre yavaşça kaynaması gerekiyordu. Cam bir çubukla biraz karıştırdıktan sonra başından ayrıldım ve iyice soğuyan havaya karşı önlem almam gerektiğini fark ettim. Etrafıma baktığımda bunun biraz zor olacağını anlamam uzun sürmemişti.
İksirin başından ayrılarak bomboş alanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladım. Acaba burada bataklık var mıydı? Büyük bir ihtimalle. Adımıma daha çok dikkat ederek ilerlerken, hafif kamışlar gördüm. İnce gövdeleri vardı ancak sağlam görünüyorlardı. Yine Dawod büyüsünü kullanarak bir kaç kamış kestim ve onları sırtlayıp açık alana bıraktım. Yine uzaklaşarak büyük ve geniş yapraklar ile bir kaç sarmaşık buldum. Hepsini aynı yere götürüp yığdığımda nefes nefese kalmıştım. Serin havanın ensemden indiğini hissettiğimde ürperdim ve hızlandım. Akıl etmesi zor bir şey değildi yaptığım, kamışları sık aralıklarla çamura saplamıştım ve sağlam durmaları için diplerine taş yığmıştım. Sonra sarmaşıkları kullanarak birbirlerine bağladım ve onların üzerine yaprakları astım. Elbetteki soğuk havayı çok kestiği söylenemezdi ancak koca bir boşlukta uyumaktan iyiydi. En azından ne olduğu belli olmayan canlılar tarafından rahatsız edilmeyecektim.
Uzun bir süreyi böylece geçirmiştim, iksirin son malzemeleri de karışmıştı ve şimdi hepsini birlikte kaynatmak kalmıştı. Zaten asıl zaman alacak kısmı buydu ve o aşamayı uykuma denk getirmiştim. Böylece ben uyandıktan bir kaç saat sonra bitecekti. Masanın üzerindeki beheri aldım ve ortadaki büyük kazanın içine döktüm. Etrafımda karıştırmama yardımcı olacak bir şey bulamadığım için de ellerimle karıştırmış, ardından masadaki suyla temizlenmiştim. İksirin altında kuvvetli bir ateş yaktım ve yaptığım "barınağın" içine girdim. Bir kaç kamışı da temiz bir zemin oluşturması için de birbirlerine bağlayarak çamurun üzerine koymuştum. Böylece çamurda uyumayacaktım. Halletmem gereken tek şey dondurucu havaydı. Bir süre dudak büzüp düşündükten sonra, yaptığım sığınağın üzerindeki yaprakları ve kamışları söktüm. Buz gibi hava içeri rahatlıkla doluyordu ama dört kenarı rüzgarı kesiyordu. İçeriyi ısıtmak için büyü yardımıyla küçük bir ateş yaktım ve ilerlememesini sağlayabilme umuduyla etrafımı taşlarla çevirdim. Normalde böyle riskler almazdım ancak donmak sadece bir ihtimal değilken başka çarem yoktu. Yastığımın olmayışını yadırgayarak gözlerimi kapadım. Rahatsız da olsa yorgunluğum galip gelmişti ve uyuyakalmıştım.
Ertesi sabah terden sırılsıklam olarak açtım ağır göz kapaklarımı. İçerideki ateş çoktan sönmüştü ancak közleri hala ısı yayıyordu, üstelik mahsur kaldığım bu yerdeki iklim bir çölden çalınmış gibiydi. Kendimi yaprakların öteki tarafına attım hızla. Aynen dün yaptığım gibi cübbemi çıkarıp bir kenara attım, yakamı açtım ve saçlarımı topladım ancak yeterli değildi. Güneşin bile görülmediği bir yerde nasıl bu duruma düşebiliyordum, bilemiyorum. Ah tabii ya, gereksiz inadım sayesinde. Asamı çıkarıp havaya kaldırdım. "Meteolojinx Recanto!" Tatlı bir esinti kendini göstermeye başlamıştı. Gülümseyerek geceden beri kaynayan iksirin yanına gittim. Kazandan çıkan dumanın kötü kokusu başını döndürüyordu insanın. Nefesimi tutarak biraz daha yakından baktım. Hazırdı artık, lacivert rengini de almıştı ve dibindeki topaklar iyice karışmıştı. Elimi yakmamaya özen göstererek bir kısmını cam şişelerden birine koydum. Tereddüt ediyordum çünkü gözlerim kapalıyken iksire başka bir şey karışmış mıydı, emin değildim. Kattığım bitkilerden bile şüpheliydim. Artık geri dönmek için çok geçti gerçi, nasıl dönüleceğini bilmiyordum zaten. İlerlemek içinse görevi tamamlamam lazımdı. Gözlerimi kısarak şişeyi dudaklarıma götürdüm ve tek hamlede hepsini yuttum. Başka türlü geçmezdi insanın boğazından. Ardından metamorfmoloji dersinde öğrendiğim büyülü kelimelerden birini söyledim, sesimde yine aynı korku vardı. Bir an için başardığımı düşünmüştüm. Ancak kısa süre sonra gözlerim kararmıştı ve biri beni yere doğru çekiyormuş gibi hissediyordum.
Yanan gözlerimi açtığımdan emindim ama hala büyük bir karartının ortasındaydım. Bir çocuk gibi ellerimi yüzüme götürdüm ve iyice ovuşturdum gözlerimi ancak yine de değişen bir şey olmamıştı. Göremiyordum, belki de görülecek bir şey yoktu. Başımı yukarı kaldırıp bir sağa, bir sola çevirdim. Karanlığın siyahlığında bir fark yoktu. Işığı algılayamıyordum. Paniğe kapılarak ileri doğru atıldım ve el yordamıyla asamı bulmaya çalıştım. Etrafımda değildi ve daha ilerilere bakmak istemiyordum, kim bilir orada neler vardı. Dizlerimi karnıma doğru çektim ve kollarımı etraflarına doladım. Bir saniye... Ben ne zamandır bu kadar ufağım? Ellerimi saçlarıma uzattım, son derece kısalardı oysa daha bu sabah dirseklerime kadar geliyordu. Hala bir insan olduğumu biliyordum. Peki ama bu iksir beni kime çevirmişti? "Dikkatini topla Kyndra." Sesim de farklıydı, daha çocuksuydu. Turnuvaya bir çocuk olarak mı devam edecektim yani? Lanet olsun! Aklımdaki sorulardan önce etrafımı aydınlatmalıydım. Asamı da bulamadığıma göre tek yolu majiydi. Karanlık korkum ensemdeki tüylerin diken diken olmasını sağlamıştı ancak bunu görmezlikten geliyordum. En azından deniyordum. Gözlerimi kapamama gerek olmasa da alışkanlık ya, kapayıvermiştim. Bir ışık imgeliyordum. Güçlü, parlak bir ışık. Niyetimi biliyordum, amacımı ve sonucunu da. Başaramamam için bir neden yoktu. Gözlerimi açtım kendimden emin bir tavırla. Küçük, titrek bir ışık vardı sadece. Bu da çok geçmeden sönmüştü ancak hala aynı yerde olduğumu anlamıştım, asamı da görebilmiştim. Benden bir kaç adım ileride yerde duruyordu. Emekleyerek yanına gittim ve sıkıca kavradım onu. "Lumos Maxima!" Bir anda yanan parlak ışık gözlerimi kamaştırmıştı. Bir süre kısık gözlerle etrafa baktıktan sonra ayağa kalktım ve ileride içi su dolu bir çukur olduğunu gördüm. Koşar adım ilerledim oraya doğru, biraz öne doğru eğildim ve yansımama baktım. Hiç şüphem kalmamıştı artık. Küçüklüğüme dönmüştüm.
Ellerimi yüzüme koyuyor, ne kadarının gerçek ne kadarının büyü olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ta ki arkamdaki ormanlık alandan gelen çan sesine kadar. Kilise çanıydı bu ve pek çok çandan farklı bir sesi vardı. Onu tanımam zor olmamıştı. Koşarak ormana daldım, tam ileride renkli camlarıyla ve tüm görkemiyle duruyordu işte. Bu mümkün müydü? Tereddütle ilerledim ona doğru. Ben içindeyken taşlanmış, sonra da yakılmış olan kiliseydi. Ahşap kapısının önünde durdum ve elimi üzerinde gezdirdim, hala aynı dokuya sahipti. Araladığım anda burnuma aynı tütsünün kokusu dolmuştu. Bir hayal olmak için fazla canlıydı, büyüyle kopyalanamayacak kadar güzeldi. Evet, alevler arasındaki bir binanın bu halde olamayacağını biliyordum ancak bir kere inandığımda fikrimi değiştirmem zor oluyordu. İçeriye girdim ve küçük ayaklarımın zeminde çıkardığı sesin yankıması eşliğinde ilerledim. Nereden geldiğini bilmediğim bir ışık, yuvarlak penceresinden içeri süzülüyor ve kilisenin tek bir noktasına vuruyordu. Oraya gittim ve diz çöktüm. Başımı önüme eğip ellerimi göğsümün önünde kenetledim ve dua etmeye başladım. Bir nedenden ötürü suçluluk duyuyordum, sanki bir şey yapabilirmişim gibi. Sekiz yaşında bir kız öfkeli bir kalabalığa karşı ne yapabilirdi ki? Işığın süzüldüğü pencerenin bir anda paramparça olmasıyla irkildim. Geriye doğru sıçrarken düşmüştüm ve ellerimle kendimi iterek pencereden uzaklaşıyordum. Oluyordu, tekrar oluyordu! Bir başka taş daha, tekrar, tekrar ve tekrar. İçerideki heykelleri deviriyorlardı, bütün pencereleri kırılmıştı ve yukarıdan süzülen ışık artık kaybolmuştu. Ne olduğunu anlamadan yakınında olduğum duvar parçalara ayrıldı ve hepsi tek bir yöne doğru, bana doğru savruldu. Üzerime gelen taşlardan kurtulamamıştım. Çıkardığı toz bulutunun etkisiyle öksürürken bacağımın üzerine yığılmış olan taş kütlelerinden kurtulmaya çalışıyordum. "Tergeo!" Aslında temizlik için kullanılan büyünün işe yaradığını gördüğümde sevinememiş, dışarıdaki kalabalığın sesleriyle daha da paniklemiştim. Ne yapmalıydım? Buradan kaçabilirdim hemen, tıpkı o gün olduğu gibi. Ya da onlardan bir adım önde olduğumu göz önünde bulundurarak kalabilirdim. Kiliseden ayrılmak benim için o kadar da kolay değildi. Bu yüzden ayağa kalktım ve kilisenin tam ortasında dimdik durarak onları bekledim. Bir şeyler oluyordu. Yanlış olan bir şeyler vardı, kalabalık içeri girmemiş, burayı ateşe vermemişti. Belki de kimin kimden önde olduğu konusunda yanılmıştım. İşte o zaman titremeye başladım. Göz yaşlarım yanaklarımdan süzülmesin diye kendimi kasıyordum ve bu daha da titrememi sağlıyordu. Ben hala kalabalığı beklerken gök gürültülerini andırır bir ses yankılandı kilisenin 3 duvarı arasında. "Sen!" Bakışlarımı etrafta gezdirip bu sesin sahibini aradım. "Yine sen!" Bir adım geriye attım ahşap kapıya doğru. Ancak aynı ses beni olduğum yere çivilemişti. "Tanrı'nın evinde, benim evimde bulunmaya utanmıyor musun? Yaptıklarından sonra..." Ben güçlükle yutkunurken ses devam etti. "...daha doğrusu, yapmadıklarından." Bu sesin kime ait olması gerektiğini biliyordum artık. Küçüklüğümden beri imrendiğim, sonra da suçluluk duygusu ile hep bakışlarından saklandığım o adam. Buydu o, Tanrı. Dudaklarımı araladım ancak kelimeler yerine ufak bir inilti çıkmıştı sadece. Kalbim hızla çarparken bir daha denedim konuşmayı. "B-benim suçum değildi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ama inan bana, y-yapmayı o kadar istedim ki." Karşı çıkışımla beraber etrafımdaki kilisenin canlı renkleri solmuştu. Bir itiraz gelmedi, ya da başka bir şey. Sadece kilisenin dışından gelen o tanıdık çığlık vardı.
Koşarak kilisenin yıkılan duvarının üzerinden atladım ve ormanın derinliklerine, bataklıklara doğru koşmaya başladım. Aynı çığlığı bir kez daha işitince gözlerimdeki yaşa engel olamamıştım, nefes nefese koşmaya devam ediyordum. Ta ki cılız bacaklarım beni daha fazla taşıyamayana kadar. Öne doğru eğilip iki elimi de dizlerime yerleştirmiş, nefes almaya çalışırken ileride tanıdık iki silüet görebiliyordum. Bir tanesi ağaçtan sallanıyordu, cansız bir şekilde. Damlayan kanın sesini hışırdayan yaprakların üzerinden sekerken duyabiliyordum. Kendimi fark ettirmemeye çalışarak daha ya yaklaştım bu bedenle yanındaki cübbeli silüete. Kalbimin bu kadar hızlı atması, yerlerin çamur olması ve boğazıma kadar gömüldüğüm panik bana yardımcı olmuyordu. İçten içe ne olduğunu bilen küçük bir kızın talihsiz çırpınışlarıydı işte bunlar. Cübbeli büyücü de farkındaydı bunun. Ormanda yankılanacak kadar yüksek sesle kahkaha atmaya başladığında anlamıştım onun bir kadın olduğunu, daha da önemlisi annem olduğunu. Evet, ağabeyimi öldüren kişi annemdi. Bu bir gerçek miydi yoksa turnuvada sürekli yalan yanlış şeyler mi dönüyordu bilmiyordum ancak kanın baş döndürücü kokusu o kadar yoğundu ve renki öyle canlıydı ki gerçek olma ihtimali üzerine yoğunlaştım. Annem hızla bedenini bana çevirip turuncu ışıklar saçan bir büyü gönderdiğinde, kendimi yarım yamalak dudaklarımdan çıkan bir büyü ile korumuştum. Şimdi ne yapacaktım, savaşacak mıydım? Kadının beni öylece gönderme niyeti yok gibiydi, alevi andıran bir parıltı dans ediyordu gözlerinde bana bakarken. [color=#89B2BA]"Sersemlet!"/color] Bu onu yine çok güldürmüştü, sanki elinin tersiyle bir sinek kovarmış gibi savuşturdu büyüyü. Bana yaptığı büyülerin ne olduğunu bilmiyordum, hiç biri dudaklarının arasından çıkmıyordu her nasılsa. Sadece benim sesim duyuluyordu, ve onun kahkahaları. Bana yemyeşil bir ışık gönderdiğinde kendimi başka bir tarafa attım güçlükle. Bir ağacın arkasına girmiştim. Yine açığa çıkarken "Bombarda Maxima!" diye haykırdım kadının yanındaki ağaca nişan alırken. Ağaç parçalara ayrılmış, her yere kütükler savrulmuştu. Annemde çamurun üzerinde yatıyordu ancak kalkması uzun sürmedi. Her zaman çevik ve hızlı bir kadın olmuştur. Bir büyü daha savurdu bana, bu sefer ki sapsarıydı. Üzerime doğru hızla geliyordu ve engelleyemeyeceğim belliydi. Tanrım, sanki benim gönderdiklerim onu daha güçlü yapıyordu. Göğsüme çarparak beni yere düşüren ve nefes almamı zorlaştıran büyü, son bir şansım olduğunu gösteriyordu bana. Tek bir büyü. Artık direk olarak anneme saldırmam gerekiyordu. Öldürmek için hem de, kendimi kurtarmak için. Henüz ayağa kalkacak gücü bulamamıştım. Çamurların üzerinde nefes alma mücadelesi verirken asamı ona doğrulttum ve hiç denemediğim, bana onun öğrettiği bir büyü yaptım. "Elen Wanva!" Güçsüz büyücüler yaptığında ölümle sonuçlanıyordu ve her ne kadar kendimden utansam da, buna güvenerek yapmıştım.
*Katıldığım turnuvadan bir bölüm olduğu için başı çok anlamlı olmayabilir ^^
| |
|
Seçmen Şapka Seçmen Şapka
Mesaj Sayısı : 476 Kan Durumu :
| Konu: Geri: A. Kyndra Bianchett Perş. Tem. 05, 2012 2:58 pm | |
| | |
|